31 Temmuz 2009 Cuma
Bulmak
Bulmak, nefesimi bulmak, kelimelerim yok umutsuz bugün ruhum, nefessiz kaldım sensizliğin acı verdiği çorak topraklarda. kuytu bir köşede simsiyah yalnızlıklar içindeyim bulmak istiyorum kayıplarda olan ruhumun kırıntılarını. aşkın nârında yanmış, kül olmuş naçiz ruhum, belki bulurum bir gün seni zamanın unutulduğu kayıp diyarlarda. ben var mıyım yok muyum belli değil, yüzümde buruk bir acının keskin izleri var, kalbim ümitsiz dalgaların eşliğinde rotasını kaybetmiş bir gemi gibi yalpalıyor, savruluyor adı bilinmez ıssız deryalara doğru. tek kaldım, yapayalnız kaldım herkesin terk edip bıraktığı bu limanda ve ben esir düştüm mühürlenmiş kalbimle aşkın yoksun bıraktığı o çaresiz anda.
öyle bir andır ki o
öyle bir andır ki o, ne ilkindir ne sonundur aslında, hani olur ya dizlerinin bağı çözülür, işte o sihirli anda kelimeler çözülür gönlünden diline doğru sanki bir nehir akarcasına. öyle bir andır ki, ruhun uçup gider aşkın semalarına doğru, işte o an ruhun kendi boyutundan aşkın boyutuna doğru yavaşça ve sessizce bir geçiş yapar. evet işte o an kalbindeki coşkular büyülü bir kelime olur, beyaz güvercinlerin eşliğinde mektup olur, yol alır sevdiğine doğru. ve işte o an ruhun artık başka diyarlardadır ebedî bir vuslata ermişcesine.
30 Temmuz 2009 Perşembe
ebruli hayaller
gözlerin zamansız ayrılıkların sessiz nişaneleri
ümitsizdir yüreğim kelimelerin dile tercüman olduğu yollarda
zevklidir sözlerin uçsuz bucaksız yol aldığı ebruli hayaller
ilktir ve bazen sondur, duyguların birdenbire dile geldiği o anlar
nedeni yoktur, sessiz sedasız ve derinlerde bekleyen aşk kıvılcımlarının
aydınlıktır bazen karanlığa baksa da nâr-ı aşkla dolan ruhun diyarları
bezgin değildir, hiç olmamıştır kalbim, kanasa da tüm yaraları
lafügüzaf değildir, kalbimin derinlerde yankılanan bitap sitemleri
aşkın ta kendisidir, ruhumun bitip tükenmeyen gümüşi çığlıkları
ümitsizdir yüreğim kelimelerin dile tercüman olduğu yollarda
zevklidir sözlerin uçsuz bucaksız yol aldığı ebruli hayaller
ilktir ve bazen sondur, duyguların birdenbire dile geldiği o anlar
nedeni yoktur, sessiz sedasız ve derinlerde bekleyen aşk kıvılcımlarının
aydınlıktır bazen karanlığa baksa da nâr-ı aşkla dolan ruhun diyarları
bezgin değildir, hiç olmamıştır kalbim, kanasa da tüm yaraları
lafügüzaf değildir, kalbimin derinlerde yankılanan bitap sitemleri
aşkın ta kendisidir, ruhumun bitip tükenmeyen gümüşi çığlıkları
28 Temmuz 2009 Salı
Ş yerine Dolar İşareti Kullanarak Dilini Katleden Türk İnsanı
Dolar işareti ($) bilindiği gibi normalde abd'nin para birimi olan doları simgelemek amacıyla kullanılan bir semboldür. son yıllarda özellikle interaktif sözlüklerin ülkemizde gelişmesiyle maalesef yazı dilinde ş harfi yerine normalde dolar sembolü olarak kullanılan ($) işareti kullanılmaya başlanmıştır.
bu sembolün amacı dışında kullanımının ülkemizde gelişimine bir göz atarsak, bilindiği gibi türkiye'de interaktif sözlük oluşumunun başlangıcı olan ekşi sözlük 15 şubat 1999 tarihinde ssg adlı nicke sahip sedat kapanoğlu tarafından kurulmuştur. ekşi sözlük'ün kurucusu olan ssg'nin ş yerine dolar işareti kullanmasıyla beraber ilk olarak ekşi sözlük yazarları arasında yayılan bu dalga ekşi sözlük'ten başka sözlüklerin ülkemizde kuruluşu ve yaygınlaşması, ayrıca da ülkemizde msn'in daha yaygın bir halde kullanılmasıyla dilde yapılan bu tahribat giderek artan bir kullanım oranına ulaşmıştır.
bu olay ilk zamanlar ekşi sözlük içerisinde gelişen masumane! bir moda iken bugün aldığı şekil itibariyle giderek artan ve dilimizi katletme konusunda önemli pay sahibi olan bir konu haline gelmiştir. şimdi bu modaya uyan ve dilimizde tahribat yapan kişilerin neden bu olayı yaptıklarını bir irdeleyelim.
bu konuda ilk neden yurt dışında yaşayan türklerin türkçe klavye bulamayıp bilgisayarlarında ingilizce klavye kullanıyor olmaları ve doğal olarak o klavyelerde ş harfi olmayışıdır. bu konu hakkında insanların savunmaları ise efendim klavyemizde ş harfi bulunmamakta biz de anlaşılsın ve bir karışıklık olmasın diye ş harfi için s harfi yazmak yerine $ işaretini kullanıyoruz. kabul edilebilirmiş gibi gözüken bu sebebin biraz altına inersek siz ingilizce klavye kullansanız dahi rahatlıkla ş harfini yazım dilinde çıkarabilirsiniz. bunun için büyük ş harfini kullanmak için alt+0222 kısayolu, küçük ş harfi için ise alt+0254 kısayolunu uygulamak yeterlidir. diyelim bu yöntem size zor geldiyse yine windows tabanlı işletim sistemlerinde bulunan bilgisayarınıza run/çalıştır bölümüne charmap yazarak çıkan bir program olan character map'i kullanarak da çok rahatlıkla ş harfi çıkarılabilinmektedir. peki iki ayrı yöntemi olmasına rağmen bu insanlar hala neden böyle bir bahanenin altına sığınıyorlar? bu sorunun tek bir cevabı var o da "kolaycılık" kavramı. zaten dilimizde olan tüm tahribatların altında bu kolaycılık anlayışı yatmaktadır.
bu konuda ikinci bahane de şöyledir. işte ben sözlüklerde yazarlık yapan birisiyim, ilk başta ssg'ye özenerek bu akıma uydum artık bu durum bende alışkanlık oldu yanlışlığını bilsem de bırakamıyorum. ne olacak canım zaten ş yerine $ işareti kullanırsak türkçe mi yok olacak. zaten böyle söyleyen veya bu düşüncede olan insanlar kolaycılığın katmerlisini yapan, dilde yapmış oldukları tahribatı önemsemeyen, üstüne üstlük özenti bir üsluba sahip olan kişilerdir.
işin komiği türkçe klavye kullananlar için ş yerine $ işareti kullanmak daha zordur. çünkü bilindiği gibi klavyenizde ş harfine bastığında normal bir şekilde çıkarken, dolar işaretine basmanız için alt gr ve 4 sayısına aynı anda basmanız gereklidir. yani bu kişiler kolaycı bir zihniyete sahip olmalarına rağmen pratikte kolayı varken daha zor bir işi gerçekleştirmektedirler.
bu konuda bir diğer görüş de, ya canım zaten bu olay sadece sözlüklerde kullanılan bir durumdur, sözlüklerde yazan kişilerde zaten sayı olarak kısıtlı bir kitledir, yapılmakta olan bu olay türkçe için hiçbir sıkıntı doğurmamaktadır. zaten her şey böyle başlamıyor mu? biz millet olarak her konuda ya canım bundan da bir şey olmaz ki diyoruz ve sonraki zaman dilimlerinde bir bakıyoruz ki hiçbir şey olmaz dediğimiz durum çok büyük bir problem olarak tam da karşımızda duruyor. artık bu kolaycı zihniyeti bırakmamız gereklidir. bugün artık görüyoruz ki dilimizde oluşan en ufak bir tahribat dahi ilerleyen zamanlarda ciddi sıkıntılar doğurmaktadır. bundan 10 yıl önce ekşi sözlük ile başlayan ş harfi yerine $ işareti kullanılması konusu bugün msn, forum v.b. ortamlarda sıkça kullanılan ve git gide yaygınlaşmaya başlayan bir husustur.
türkçeyi konuşan ve yazı dili olarak kullanan bizlere düşen tek bir görev var o da ş harfi yerine bir para birimi sembolü olan $ işaretini kullanmayı ivedilikle bırakmaktır. yukarıda ayrıntısıyla belirtildiği gibi ingilizce klavye kullanan kişiler topu topu iki tane alt kodu ezberleyecekler, türkçe klavye kullananlar ise zaten klavyelerinde bulunan dilimizin canım ş harfini kullanarak bu özentiliğe bir son vereceklerdir.
bu sembolün amacı dışında kullanımının ülkemizde gelişimine bir göz atarsak, bilindiği gibi türkiye'de interaktif sözlük oluşumunun başlangıcı olan ekşi sözlük 15 şubat 1999 tarihinde ssg adlı nicke sahip sedat kapanoğlu tarafından kurulmuştur. ekşi sözlük'ün kurucusu olan ssg'nin ş yerine dolar işareti kullanmasıyla beraber ilk olarak ekşi sözlük yazarları arasında yayılan bu dalga ekşi sözlük'ten başka sözlüklerin ülkemizde kuruluşu ve yaygınlaşması, ayrıca da ülkemizde msn'in daha yaygın bir halde kullanılmasıyla dilde yapılan bu tahribat giderek artan bir kullanım oranına ulaşmıştır.
bu olay ilk zamanlar ekşi sözlük içerisinde gelişen masumane! bir moda iken bugün aldığı şekil itibariyle giderek artan ve dilimizi katletme konusunda önemli pay sahibi olan bir konu haline gelmiştir. şimdi bu modaya uyan ve dilimizde tahribat yapan kişilerin neden bu olayı yaptıklarını bir irdeleyelim.
bu konuda ilk neden yurt dışında yaşayan türklerin türkçe klavye bulamayıp bilgisayarlarında ingilizce klavye kullanıyor olmaları ve doğal olarak o klavyelerde ş harfi olmayışıdır. bu konu hakkında insanların savunmaları ise efendim klavyemizde ş harfi bulunmamakta biz de anlaşılsın ve bir karışıklık olmasın diye ş harfi için s harfi yazmak yerine $ işaretini kullanıyoruz. kabul edilebilirmiş gibi gözüken bu sebebin biraz altına inersek siz ingilizce klavye kullansanız dahi rahatlıkla ş harfini yazım dilinde çıkarabilirsiniz. bunun için büyük ş harfini kullanmak için alt+0222 kısayolu, küçük ş harfi için ise alt+0254 kısayolunu uygulamak yeterlidir. diyelim bu yöntem size zor geldiyse yine windows tabanlı işletim sistemlerinde bulunan bilgisayarınıza run/çalıştır bölümüne charmap yazarak çıkan bir program olan character map'i kullanarak da çok rahatlıkla ş harfi çıkarılabilinmektedir. peki iki ayrı yöntemi olmasına rağmen bu insanlar hala neden böyle bir bahanenin altına sığınıyorlar? bu sorunun tek bir cevabı var o da "kolaycılık" kavramı. zaten dilimizde olan tüm tahribatların altında bu kolaycılık anlayışı yatmaktadır.
bu konuda ikinci bahane de şöyledir. işte ben sözlüklerde yazarlık yapan birisiyim, ilk başta ssg'ye özenerek bu akıma uydum artık bu durum bende alışkanlık oldu yanlışlığını bilsem de bırakamıyorum. ne olacak canım zaten ş yerine $ işareti kullanırsak türkçe mi yok olacak. zaten böyle söyleyen veya bu düşüncede olan insanlar kolaycılığın katmerlisini yapan, dilde yapmış oldukları tahribatı önemsemeyen, üstüne üstlük özenti bir üsluba sahip olan kişilerdir.
işin komiği türkçe klavye kullananlar için ş yerine $ işareti kullanmak daha zordur. çünkü bilindiği gibi klavyenizde ş harfine bastığında normal bir şekilde çıkarken, dolar işaretine basmanız için alt gr ve 4 sayısına aynı anda basmanız gereklidir. yani bu kişiler kolaycı bir zihniyete sahip olmalarına rağmen pratikte kolayı varken daha zor bir işi gerçekleştirmektedirler.
bu konuda bir diğer görüş de, ya canım zaten bu olay sadece sözlüklerde kullanılan bir durumdur, sözlüklerde yazan kişilerde zaten sayı olarak kısıtlı bir kitledir, yapılmakta olan bu olay türkçe için hiçbir sıkıntı doğurmamaktadır. zaten her şey böyle başlamıyor mu? biz millet olarak her konuda ya canım bundan da bir şey olmaz ki diyoruz ve sonraki zaman dilimlerinde bir bakıyoruz ki hiçbir şey olmaz dediğimiz durum çok büyük bir problem olarak tam da karşımızda duruyor. artık bu kolaycı zihniyeti bırakmamız gereklidir. bugün artık görüyoruz ki dilimizde oluşan en ufak bir tahribat dahi ilerleyen zamanlarda ciddi sıkıntılar doğurmaktadır. bundan 10 yıl önce ekşi sözlük ile başlayan ş harfi yerine $ işareti kullanılması konusu bugün msn, forum v.b. ortamlarda sıkça kullanılan ve git gide yaygınlaşmaya başlayan bir husustur.
türkçeyi konuşan ve yazı dili olarak kullanan bizlere düşen tek bir görev var o da ş harfi yerine bir para birimi sembolü olan $ işaretini kullanmayı ivedilikle bırakmaktır. yukarıda ayrıntısıyla belirtildiği gibi ingilizce klavye kullanan kişiler topu topu iki tane alt kodu ezberleyecekler, türkçe klavye kullananlar ise zaten klavyelerinde bulunan dilimizin canım ş harfini kullanarak bu özentiliğe bir son vereceklerdir.
27 Temmuz 2009 Pazartesi
Çocukları Bırakın Faşistler
26 haziran 2009 tarihinde hürriyet gazetesi'nde yer alan the marmara oteli'nde yapılmakta olan yök çalıştayı'nda toplantıyı izlemekte olan fatih usta adlı öğrencinin ayağa kalkarak "demokratik eğitimden bahsediyorsunuz, ama bize söz hakkı vermiyorsunuz" bağırması sonucu polislerin öğrencinin ağzını kapatarak dışarı alması sonucunda çalıştayda yer alan galatasaray üniversitesi profesörü ahmet insel'in polislere vermiş olduğu tepkidir.
haberin ayrıntısı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12148838.asp
yorum
her ne kadar faşist kelimesi sol jargonda bol bol kullanılan, artık anlamını yavaş yavaş yitirmeye başlamış ve her önüne gelenin her politik olayda söylediği bir siyasi kavram olmasına rağmen hocamızın bu olayda vermiş olduğu tepki çok doğru bulmaktayım. ahmet insel hoca tepkisinde "çocukları bırakın faşistler" yerine "çocukları bırakın zorbalar" deseydi kanımca çok daha iyi bir ifade olacaktı (en azından popülarizmden uzak olurdu) ama bu olayda vermiş olduğu tepki nedeniyle prof. dr. ahmet insel'i ayakta alkışlamak gerektiğini düşünüyorum. ülkemizde özellikle son zamanlarda bu tarz olaylara tepki gösteren kişi sayısı hızla azalmakta olmasına rağmen böyle tepkiler verebilen kişilerin akademik camiada hâla var olduğunu görebilmek gerçekten çok güzel.
polislerin salonda bulunan öğrencilere sanki içeriyi teröristler basmış gibi kontrolsüz aşırı güç kullanmalarını hangi kelimelerle adlandırmak mümkün gerçekten bilemiyorum. orada bulunan öğrenciler bağırarakta olsa düşündükleri fikirlerini toplantıda yer alan kişilere anlatmak istiyorlar. tek suçları düşündüklerini ifade etmek olan öğrencileri onlara terörist muamelesi yapıp ağızlaranı kapatarak yaka paça dışarı atmanın mantığı ne olabilir gerçekten insanı meraka sevkedecek bir konu. ilk önce şu sorunun bir cevabını verelim "polisin görevi nedir?". bildiğimiz kadarıyla böyle bir toplantıda polisin görevi içeridekilerin güvenliğini sağlamaktır. peki bu çocuklar bağırarak mı içerdekilerin güvenliğini bozuyorlar? haklı oldukları bir konuda fikirlerini beyan etmeye, bir şekilde seslerini duyurmaya çalışan bu insanlar nasıl oranın güvenliğini bozabilirler? sadece bu iki soru bile orada bu olayı yaratmış olan polisleri acımasızca eleştirmemize neden olabilmektedir. gerçekten toplantıda oranın güvenliğini sıkıntıya sokacak bir durum olmuşsa ki bu olayda asla böyle birşey söz konusu değil polisler olayı yaratan öğrencilere terörist muamelesi yapmak yerine insanca davranarak rahatlıkla dışarıya çıkarabilirlerdi. fakat burada görülüyor ki maalesef görevli polislerin amacı içerinin güvenliğini sağlamak değil amaç kişilere terörist muamelesi yapıp, fiziksel şiddet uygulayarak onları bezdirmeye ve yıldırmaya dönük bir politika uygulamaktır.
işin ilginç yanı günümüzde polisler polis akademileri'nde ciddi eğitimlerden geçmekte ve çok çeşitli akademik konularda dersler görmektedirler. yani bu insanlar cahil, eğitimsiz insanlarda değil. peki eğitimsiz olmayan amacı şüphesiz görevli olduğu yerde kişilerin güvenliğini sağlamak olan kolluk kuvvetleri nasıl oluyor da bağırmak dışında herhangi bir kabahati olmayan öğrencilere yasadışı terör örgütü üyesiymiş gibi davranabiliyorlar bunu anlayabilmek hatta yorumlayabilmek dahi çok güç.
sonuç
yukarıda da belirtildiği gibi yıl 2009 olmasına rağmen maalesef ülkemizde hâla kolluk kuvvetleri insanlar üzerinde gereği olmadığı halde fiziksel şiddet uygulamaktadır. bu durumun artık bir son bulması, bu konularda polislerin daha da fazla bilinçlendirilmesi ve en önemlisi olaylara müdahalede soğukkanlı olunmasına dikkat edilmesi gereklidir. artık insanları en ufak protesto haklarını ellerinden alırcasına yapılan bu muamelerin, baskı ve yıldırma politikalarının kesinlikle bir son bulması gereklidir. ama değerli hocamız prof. dr. ahmet insel'in vermiş olduğu tepki gibi polisin gereksiz şiddet uyguladığı durumlarda en azından ortamda bulunan üst düzey insanların bir tepki koyması gereklidir. zaten bu tepkiler de olmazsa ülkemizde bu gibi olaylar çok daha vahim sonuçlar doğuracaktır.
tekrar sayın prof. dr. ahmet insel'i bu doğru ve akademik anlayışa yakışan tavrından ötürü kutluyorum. umarım ilerleyen yıllarda böyle tepkiler verebilen akademisyenler ülkemizde çoğalarak daha da artar.
haberin ayrıntısı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12148838.asp
yorum
her ne kadar faşist kelimesi sol jargonda bol bol kullanılan, artık anlamını yavaş yavaş yitirmeye başlamış ve her önüne gelenin her politik olayda söylediği bir siyasi kavram olmasına rağmen hocamızın bu olayda vermiş olduğu tepki çok doğru bulmaktayım. ahmet insel hoca tepkisinde "çocukları bırakın faşistler" yerine "çocukları bırakın zorbalar" deseydi kanımca çok daha iyi bir ifade olacaktı (en azından popülarizmden uzak olurdu) ama bu olayda vermiş olduğu tepki nedeniyle prof. dr. ahmet insel'i ayakta alkışlamak gerektiğini düşünüyorum. ülkemizde özellikle son zamanlarda bu tarz olaylara tepki gösteren kişi sayısı hızla azalmakta olmasına rağmen böyle tepkiler verebilen kişilerin akademik camiada hâla var olduğunu görebilmek gerçekten çok güzel.
polislerin salonda bulunan öğrencilere sanki içeriyi teröristler basmış gibi kontrolsüz aşırı güç kullanmalarını hangi kelimelerle adlandırmak mümkün gerçekten bilemiyorum. orada bulunan öğrenciler bağırarakta olsa düşündükleri fikirlerini toplantıda yer alan kişilere anlatmak istiyorlar. tek suçları düşündüklerini ifade etmek olan öğrencileri onlara terörist muamelesi yapıp ağızlaranı kapatarak yaka paça dışarı atmanın mantığı ne olabilir gerçekten insanı meraka sevkedecek bir konu. ilk önce şu sorunun bir cevabını verelim "polisin görevi nedir?". bildiğimiz kadarıyla böyle bir toplantıda polisin görevi içeridekilerin güvenliğini sağlamaktır. peki bu çocuklar bağırarak mı içerdekilerin güvenliğini bozuyorlar? haklı oldukları bir konuda fikirlerini beyan etmeye, bir şekilde seslerini duyurmaya çalışan bu insanlar nasıl oranın güvenliğini bozabilirler? sadece bu iki soru bile orada bu olayı yaratmış olan polisleri acımasızca eleştirmemize neden olabilmektedir. gerçekten toplantıda oranın güvenliğini sıkıntıya sokacak bir durum olmuşsa ki bu olayda asla böyle birşey söz konusu değil polisler olayı yaratan öğrencilere terörist muamelesi yapmak yerine insanca davranarak rahatlıkla dışarıya çıkarabilirlerdi. fakat burada görülüyor ki maalesef görevli polislerin amacı içerinin güvenliğini sağlamak değil amaç kişilere terörist muamelesi yapıp, fiziksel şiddet uygulayarak onları bezdirmeye ve yıldırmaya dönük bir politika uygulamaktır.
işin ilginç yanı günümüzde polisler polis akademileri'nde ciddi eğitimlerden geçmekte ve çok çeşitli akademik konularda dersler görmektedirler. yani bu insanlar cahil, eğitimsiz insanlarda değil. peki eğitimsiz olmayan amacı şüphesiz görevli olduğu yerde kişilerin güvenliğini sağlamak olan kolluk kuvvetleri nasıl oluyor da bağırmak dışında herhangi bir kabahati olmayan öğrencilere yasadışı terör örgütü üyesiymiş gibi davranabiliyorlar bunu anlayabilmek hatta yorumlayabilmek dahi çok güç.
sonuç
yukarıda da belirtildiği gibi yıl 2009 olmasına rağmen maalesef ülkemizde hâla kolluk kuvvetleri insanlar üzerinde gereği olmadığı halde fiziksel şiddet uygulamaktadır. bu durumun artık bir son bulması, bu konularda polislerin daha da fazla bilinçlendirilmesi ve en önemlisi olaylara müdahalede soğukkanlı olunmasına dikkat edilmesi gereklidir. artık insanları en ufak protesto haklarını ellerinden alırcasına yapılan bu muamelerin, baskı ve yıldırma politikalarının kesinlikle bir son bulması gereklidir. ama değerli hocamız prof. dr. ahmet insel'in vermiş olduğu tepki gibi polisin gereksiz şiddet uyguladığı durumlarda en azından ortamda bulunan üst düzey insanların bir tepki koyması gereklidir. zaten bu tepkiler de olmazsa ülkemizde bu gibi olaylar çok daha vahim sonuçlar doğuracaktır.
tekrar sayın prof. dr. ahmet insel'i bu doğru ve akademik anlayışa yakışan tavrından ötürü kutluyorum. umarım ilerleyen yıllarda böyle tepkiler verebilen akademisyenler ülkemizde çoğalarak daha da artar.
26 Temmuz 2009 Pazar
Parabellum
parabellum, ilk olarak 1898 yılında deutsche waffen und munitions fabriken (alman silah ve mühimmat fabrikası) tarafından üretilen bir tabanca fişeği markasıdır. ılk üretilen parabellum marka fişekler 7,65x21 mm çapındaydı. parabellum ismi latince bir deyim olan "si vis pacem, para bellum" dan gelmektedir. bu deyimin türkçe karşılığı "eğer barış istiyorsan savaşa hazırlan" demektir. parabellum tabanca fişekleri özellikle 1. dünya savaşı ve 2. dünya savaşı'nda yaygın olarak kullanılmıştır.
parabellum 7,65x21 mm. fişekler avusturyalı georg luger ve alman hugo borchardt tarafından tasarlanmış ve 1898 yılında dmw tarafından üretime başlanmıştır. bu mermilerin diğer bilinen isimleri .30 luger ve 7,65 mm luger'dir. daha sonra dmw firması 1902 yılında alman deniz kuvvetleri'nin daha uzun menzilli mermi isteği üzerine 9x19 mm mermi üretmiştir. parabellum 9x19 mm mermilerin tasarımını 1901 yılında avusturyalı tasarımlı georg luger yapmıştır.
parabellum 9 mm olarak da bilinen bu fişekler 1. dünya savaşı'nda kullanılmaya başlayıp günümüzde çeşitli varyasyonlarıyla kullanılmaya devam etmektedir. ayrıca bu mermiyi nato'da kullanmaktadır. parabellum 9x19 mm mermi varyasyonları;
1. 9 mm nato
2. 9x19mm parabellum +p
3. 9x19mm 7n21 +p+
4. 9x19mm 7n31 +p+
ayrıca yine ilk olarak 1900 yılında dmw firması tarafından üretilmeye başlanan luger p08 marka silahta parabellum adıyla bilinmektedir. parabellum-pistole (parabellum tabanca) adıyla bilinen bu silah yarı otomatik olarak üretilmiş olup tasarımını 1898 yılında georg luger yapmıştır.
1900 yılında üretilen ilk parabellum tabancalar 7,65 mm iken 1904 yılından itibaren 9 mm olan parabellum tabancalarda üretilmeye başlanmıştır. bu tabancalar dmw firması tarafından 1900-1942 yılları arasında üretilmiş olup ıkinci dünya savaşı'ndan sonra 1950'li yıllara kadar başka firmalar tarafından değişik ülkelerde üretilmiştir.
bu silahlardan başka parabellum adıyla bilinen bir başka silahta parabellum mg14'dür. bu silah yine dmw tarafından 1. dünya savaşı için ilk olarak 1914 yılında keşif uçakları ve zeplinlere monte edilmek üzere makinalı tüfek olarak üretilmiştir. bu silah 7,92 mm kalibredir.
ayrıca parabellum adıyla bilinen 7,65 mm ve 9 mm'lik bu tabancalar ülkemizde de çokça kullanılmıştır. özellikle doğu karadeniz bölgesi'nde bu silahlar barabelli ismiyle bilinmektedir.
parabellum 7,65x21 mm. fişekler avusturyalı georg luger ve alman hugo borchardt tarafından tasarlanmış ve 1898 yılında dmw tarafından üretime başlanmıştır. bu mermilerin diğer bilinen isimleri .30 luger ve 7,65 mm luger'dir. daha sonra dmw firması 1902 yılında alman deniz kuvvetleri'nin daha uzun menzilli mermi isteği üzerine 9x19 mm mermi üretmiştir. parabellum 9x19 mm mermilerin tasarımını 1901 yılında avusturyalı tasarımlı georg luger yapmıştır.
parabellum 9 mm olarak da bilinen bu fişekler 1. dünya savaşı'nda kullanılmaya başlayıp günümüzde çeşitli varyasyonlarıyla kullanılmaya devam etmektedir. ayrıca bu mermiyi nato'da kullanmaktadır. parabellum 9x19 mm mermi varyasyonları;
1. 9 mm nato
2. 9x19mm parabellum +p
3. 9x19mm 7n21 +p+
4. 9x19mm 7n31 +p+
ayrıca yine ilk olarak 1900 yılında dmw firması tarafından üretilmeye başlanan luger p08 marka silahta parabellum adıyla bilinmektedir. parabellum-pistole (parabellum tabanca) adıyla bilinen bu silah yarı otomatik olarak üretilmiş olup tasarımını 1898 yılında georg luger yapmıştır.
1900 yılında üretilen ilk parabellum tabancalar 7,65 mm iken 1904 yılından itibaren 9 mm olan parabellum tabancalarda üretilmeye başlanmıştır. bu tabancalar dmw firması tarafından 1900-1942 yılları arasında üretilmiş olup ıkinci dünya savaşı'ndan sonra 1950'li yıllara kadar başka firmalar tarafından değişik ülkelerde üretilmiştir.
bu silahlardan başka parabellum adıyla bilinen bir başka silahta parabellum mg14'dür. bu silah yine dmw tarafından 1. dünya savaşı için ilk olarak 1914 yılında keşif uçakları ve zeplinlere monte edilmek üzere makinalı tüfek olarak üretilmiştir. bu silah 7,92 mm kalibredir.
ayrıca parabellum adıyla bilinen 7,65 mm ve 9 mm'lik bu tabancalar ülkemizde de çokça kullanılmıştır. özellikle doğu karadeniz bölgesi'nde bu silahlar barabelli ismiyle bilinmektedir.
25 Temmuz 2009 Cumartesi
Karlı Tepe
ruhum karanlıkta kaldığında zamanın içerisinde bir yerlerde karlı bir tepe görünür beyazların içerisinde. vakit azdır karlı tepelerin ardında bazen birkaç dakika, bazen birkaç aydır. insan bazen beyazların içerisinde biraz siyah arar karanlığı, bazen ise karanlıklar içerisindeki o beyaz tepeyi. bazen sesler yakar insanın kalbini bu bazen ağıttır, bazen kendi iç sesindir. insan dediğin nedir ki bir ateşböceği, ateşböceği ateşin etrafında yanar değil mi?
24 Temmuz 2009 Cuma
Kelimeler
kelimeler nedir ki gözlerinden okunan, gözlerinle baktığın ışık değil mi ki? sen bakmıyor musun gözlerinle aydınlığa? karanlığın içindeki aydınlığı görmek istemiyor musun? bazen kalbime ışık saçmıyor mu gözlerin? bir ışık değil mi ki umuttur gözlerden kalbe akan, sadece bir bakıştır insanın kalbinde ışık yaratan, gözlerin değil mi ki kalbime aydınlık veren?
Kaybolan Ruhlar
esen ulu rüzgarların eşliğinde sonsuz oldular
kayboldu ruhlarımız umutsuzca bakan bakışların içerisinde
eridiler, aşkın nârında yanıp kül oldular
ruhumuzun içinde taştı volkan oldu nârın sevdası
pembeydi düşler mutluluğun uçsuz bucaksız kol gezdiği diyarlarda
ellerindeydi gözlerin kaybolmuş ruhlarımız ellerindeydi
kelimelerin hapsolduğu o yerde kalbim çaresiz, umutsuz bir esirdi
nedeni yoktu aşkın dallarında kaybolmasının bir nedeni yoktu.
esirdi yalnızlık hapishanesinde karanlıklar içinde
zaferdi istediği yalnızlık prangalarını söküp atabilmenin zaferi
istiyordu sadece kaybolmuş ruhunu bulabilmek istiyordu.
kayboldu ruhlarımız umutsuzca bakan bakışların içerisinde
eridiler, aşkın nârında yanıp kül oldular
ruhumuzun içinde taştı volkan oldu nârın sevdası
pembeydi düşler mutluluğun uçsuz bucaksız kol gezdiği diyarlarda
ellerindeydi gözlerin kaybolmuş ruhlarımız ellerindeydi
kelimelerin hapsolduğu o yerde kalbim çaresiz, umutsuz bir esirdi
nedeni yoktu aşkın dallarında kaybolmasının bir nedeni yoktu.
esirdi yalnızlık hapishanesinde karanlıklar içinde
zaferdi istediği yalnızlık prangalarını söküp atabilmenin zaferi
istiyordu sadece kaybolmuş ruhunu bulabilmek istiyordu.
23 Temmuz 2009 Perşembe
Umutsuz Esirin
Ben kaybolan ruhumla umutsuz esirinim. Ruhum gözlerindeki ışık olmadan yaşar mı sandın? Gözlerindeki o ışık hüzmesi olmadan ben var mıyım sanki? Sensiz anlamı var mı ki hayallerin, gökyüzündeki yıldızların? Ben, umutsuz esirin, bu gece darmadağın kalbimle yaşıyorum umutsuz hayallerde. Kelimeler sensiz, yoksun bu gece...
22 Temmuz 2009 Çarşamba
Ölüm
hepimiz ölümü fani vücudumuzun toprağa karışıp bu dünyadan terk-i diyar etmesi olarak biliriz. peki sadece ölüm bu mudur? insan yaşarken de ölmez mi?
yukarıda belirtilen bu soruları sanırım şöyle cevaplayabiliriz. kimi zaman insan fiziksel olarak yaşarken de ruhu ölebilir. aşk acıları, kalp kırıklıkları, terk edilişler, reddedilişler gibi bazı nedenlerden dolayı insan yaşarken de bu hayatta ruhu terk-i diyar edebilir. kişinin ruhu bu dünyadan çekip gittiğinde evet o insan görebilir, konuşabilir, yürüyebilir ve bir şekilde fiziksel olarak hayatına devam edebilir ama onun ruhu gitmiştir artık o sadece bomboş bir varlıktır. ruhu çekip giden bir insanın artık kalbi de yoktur ki. kalbimiz yani bize yaşam gücü veren varlığımız ruh olmadan mevcudiyetini belki fiziksel olarak devam ettirebilir ama ruhu olmayan bir kalp sadece sert bir taş kütlesinden farksızdır. ve gözlerimiz, kişiyi dış dünyaya tanıtan ve parıltısıyla yaşam gücümüzü, hayata bağlanışımızı gösteren varlığımız. ruhu ölen bir insanda hayata bağlanış, o gözlerindeki yaşam sevinci, o parıltı yer alamaz ki. o gözler sadece görme işlevini yerine getiren dünyaya boş ve ışıksız bakan birer organdır.
yaşarken ruhu ölen insanlar ölümü bir anlamda bu dünyada tatmışlardır. onlar evet yaşarlar ama bir şarkının sözlerinde "yaşıyorum öylesine" denildiği gibi onlar yaşarlar öylesine...
yukarıda belirtilen bu soruları sanırım şöyle cevaplayabiliriz. kimi zaman insan fiziksel olarak yaşarken de ruhu ölebilir. aşk acıları, kalp kırıklıkları, terk edilişler, reddedilişler gibi bazı nedenlerden dolayı insan yaşarken de bu hayatta ruhu terk-i diyar edebilir. kişinin ruhu bu dünyadan çekip gittiğinde evet o insan görebilir, konuşabilir, yürüyebilir ve bir şekilde fiziksel olarak hayatına devam edebilir ama onun ruhu gitmiştir artık o sadece bomboş bir varlıktır. ruhu çekip giden bir insanın artık kalbi de yoktur ki. kalbimiz yani bize yaşam gücü veren varlığımız ruh olmadan mevcudiyetini belki fiziksel olarak devam ettirebilir ama ruhu olmayan bir kalp sadece sert bir taş kütlesinden farksızdır. ve gözlerimiz, kişiyi dış dünyaya tanıtan ve parıltısıyla yaşam gücümüzü, hayata bağlanışımızı gösteren varlığımız. ruhu ölen bir insanda hayata bağlanış, o gözlerindeki yaşam sevinci, o parıltı yer alamaz ki. o gözler sadece görme işlevini yerine getiren dünyaya boş ve ışıksız bakan birer organdır.
yaşarken ruhu ölen insanlar ölümü bir anlamda bu dünyada tatmışlardır. onlar evet yaşarlar ama bir şarkının sözlerinde "yaşıyorum öylesine" denildiği gibi onlar yaşarlar öylesine...
İdo ve İgdaş'ın Özelleştirilmesi
17 temmuz 2009 tarihinde hürriyet gazetesinde yer alan ve istanbul büyükşehir belediye meclisi tarafından oy çokluğuyla alınan karardır. bu iki kurumun özelleştirme sürecinin başlayabilmesi için istanbul büyükşehir belediye başkanı kadir topbaş'ın onay vermesi gereklidir.
haberin ayrıntısı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12095573.asp?gid=229
yorum
gelişen dünya ekonomisinde tıpkı şirketlerin firma içi kârlılığı ve verimliliği artırmak için bazı departmanlarında outsourcing (dış kaynak kullanımı) e gittikleri gibi ülkeler de bu yönteme benzer olarak hem piyasadaki rekabet gücünün artırılarak özel sektörün piyasada daha fazla yer almasını sağlamak, hem kurumların satışı sayesinde kazanılan sıcak para getirisiyle ekonominin gelişimine katkı sağlamak hem de devletin üzerindeki yüklerin hafiflemesi için çeşitli kurumlarında (tabiki hepsinde değil) özelleştirmeye gitmektedir.
yukarıda üzerinde bahsetmiş olduğum özelleştirme kavramında iyi planlandığı ve uygulandığı sürece devletler için herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. ama malesef ülkemizde sadece bu konu üzerinde ihtisas sahibi özelleştirme idaresi başkanlığı gibi bir kurum bulunmasına rağmen hâla özelleştirmelerde ciddi sıkıntılar ve spekülatif olaylar meydana gelmektedir. daha önce de belirtilmiş olduğu gibi bir devletin bazı kurumlarının özelleştirilmesi doğaldır ama stratejik önemi olan ve kâr getiren kuruluşların özelleştirilmesi ülkeye fayda yerine zarar getirmektedir. malesef ülkemizde de tam da özelleştirmeler bu şekilde gerçekleştirilmektedir. hem kurumsal verimliği olan kârlı kuruluşlar hem de ülke için önemli stratejik yeri olan kuruluşlar özelleştirilmeye tabi tutulmaktadır. ayrıca bunun dışında malesef uzun yıllardır ülkemizde özelleştirilmeler yapılmasına rağmen bunların büyük bir kısmı ya değerinin altında satışla gerçekleşmiş ya da mali yeterliliği olmayan kuruluşlara satış yapıldığından daha sonra bu özelleştirmelerde sıkıntılar meydana gelmiştir (tabiki az da olsa doğru bir şekilde yapılmış özelleştirmeler mevcuttur). tüm bunları belirttikten sonra ido ve igdaş'ın özelleştirme kararını incelemeye başlayalım.
ido (istanbul deniz otobüsleri) a.ş. özellikle geçtiğimiz 2-3 içerisinde ciddi atılımlar ve yatırımlar yapmış bir istanbul belediye kuruluşudur. bu yatırımlara alınan hızlı feribotları, hizmete giren deniz taksisi sistemini ve yeni açılan hatları gösterebiliriz. ve anlaşılacağı üzre bu kadar yatırım yapan bir kuruluşun şirket kârlılığı da bulunmaktadır. keza igdaş (istanbul gaz dağıtım anonim şirketi) da son yıllarda şehir içi ciddi yatırımları olan ve bununla birlikte şirket kârlılığı olan bir kurumdur. 2007 yılı faaliyet raporlarına bakarsak (her iki kuruluşunda en son 2007 yılı faaliyet raporları yayınlanmıştır), ido 2003 yılında 14.525.421,92 ytl zarar yaşayan bir kuruluşken 2007 itibariyle dönem net kârı 37.427.134,86 ytl olmuş ve %8 faaliyet kârı elde edilmiştir. igdaş ise 2007 yılı itibariyle 65.906.125 ytl dönem net kârı elde etmiştir.
yukarıda verilerlede kanıtlandığı gibi bu iki kurum da zarar etmiyorken ve istanbul için hayati önem arzeden kurumlarken neden özelleştirilme kararı alındı? ayrıca tüm büyükşehir belediyeleri arasında en büyük bütçeye sahip belediye olan istanbul büyükşehir belediyesi'nin maddi anlamda bu kurumların satılmasına ihtiyacı var mı?
yukarıdaki iki soruyu değerlendirmek için akp grup başkanvekili ergün turan'ın açıklamalarına bir göz atalım. ergün turan hürriyet'e verdiği demeçte aynen şunları söylemektedir. "bu özelleşme süreci yıllarca sürecek olan bir konu. olsun mu olmasın mı? diye yıllarca konuşulacak. ancak bu özelleşme bir yerde şart. kaynaklar denize atılmayacak veya yenilmeyecek. bu kaynaklar ıstanbul'un kentsel dönüşümünde ve metro sisteminin geliştirilmesi için kullanılacak. biz akp olarak, bu özelleştirmeden yanayız"
istanbul büyükşehir belediye gibi türkiye'nin en büyük bütçesine sahip bir belediyenin kentsel dönüşüm projeleri ve metro sistemi inşaatları için yeterli kaynağı bulamaması gerçekten ilginçtir. daha da ilginci yeterli mali kaynak bulunamadığı iddia edilen bu projelerin finansmanı için istanbul'un en önemli ve istanbul büyükşehir belediyesi'ne kâr getiren ido ve igdaş gibi mali anlamda da çok değerli kuruluşların özelleştirilerek satılmasının göze alınmasıdır. sanırım şirket kârlılığı olan ve istanbul için bu kadar değerli kuruluşların özelleştirilerek satılmasının ne kadar yanlış bir karar ve istanbul'a uzun vadede zarar getirecek bir karar olduğunu anlamak için mali analizci veya planlamacı olmaya gerek yoktur. lafı daha fazla uzatmadan bu konuya biraz da mizahi olarak yaklaşalım.
not: aşağıda yer alan kişi ve kurumların gerçek hayatta yer alan kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi olmayayıp tamamiyle hayal ürünüdür.
bundan tam 3 yıl sonra yani 19 temmuz 2012 tarihinde yer alabilecek hürriyet gazetesi haberine bir göz atalım.
manşet
istanbul büyükşehir belediyesi'ne sponsor olmak için yapılan ihale çok çetin geçti.
haberin ayrıntısı
2013 yılından itibaren istanbul büyükşehir belediyesi'ne sponsor firma olmak için yapılan ihaleyi büyük bir rekabete sahne olunduktan sonra çinli motorsiklet firması shenzheng 50 milyon dolar bedelle kazandı. firmanın ceo'su fang zhu gazetemize vermiş olduğu röportajda ihaleyi kazandıkları için çok mutlu olduklarını ve ihale şartnamesi gereği paranın 10 yılda istanbul büyükşehir belediyesi'ne vadeli olarak ödeneceğini açıkladı. yapılan ihalenin sonucuna göre istanbul'un metro yapılanması ve kentsel dönüşümü için harcanacak bu 50 milyon dolar bedel karşılığında istanbul büyükşehir belediyesi'nin tüm hizmet binalarında, bağlı kuruluşlarda, iskele, park-bahçe gibi bilimum belediyeye ait yerlerde ve belediyeye ait bilboardlarda shenzheng firmasına ait reklamlar 10 yıllık bir süre için yayınlanabilecektir. ayrıca ihale sonucunda shenzheng firmasıyla istanbul büyükşehir belediyesi arasında yapılan özel protokole göre tanıtım için istanbul belediye başkanının firmanın en son çıkarmış olduğu ve kendisine bir adet hediye etmiş olduğu zx 250 model motorsikleti bir yıl boyunca makam aracı olarak kullanması, zx 250 model motorsikletin tanıtımının istanbul büyükşehir belediye binasında yapılması ve başkanın tanıtımda shenzheng amblemli şapka ve t-shirt giymesi, firmanın ülkemizde yayınlanacak reklam filmlerinde başkanın oynaması şeklinde maddeler bulunmaktadır.
sonuç
umarım ido ve igdaş ile başlayan bu özelleştirme süreci yukarıda tamamiyle hayal ürünü olarak oluşturulmuş örneğe benzer bir şekilde vahim ve trajikomik sonuçların yaşanmasına neden olmaz.
ekler
ido 2007 yılı faaliyet raporu
http://www.ido.com.tr/uimages/faliyet_raporlari/2007_faaliyet_r
apor.rar
igdaş 2007 yılı faaliyet raporu
http://www.igdas.com.tr/docs/pdf/igdas_faaliyetyeni2007.pdf
hürriyet gazetesi haberi
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12095573.asp?gid=229
haberin ayrıntısı
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12095573.asp?gid=229
yorum
gelişen dünya ekonomisinde tıpkı şirketlerin firma içi kârlılığı ve verimliliği artırmak için bazı departmanlarında outsourcing (dış kaynak kullanımı) e gittikleri gibi ülkeler de bu yönteme benzer olarak hem piyasadaki rekabet gücünün artırılarak özel sektörün piyasada daha fazla yer almasını sağlamak, hem kurumların satışı sayesinde kazanılan sıcak para getirisiyle ekonominin gelişimine katkı sağlamak hem de devletin üzerindeki yüklerin hafiflemesi için çeşitli kurumlarında (tabiki hepsinde değil) özelleştirmeye gitmektedir.
yukarıda üzerinde bahsetmiş olduğum özelleştirme kavramında iyi planlandığı ve uygulandığı sürece devletler için herhangi bir sakınca bulunmamaktadır. ama malesef ülkemizde sadece bu konu üzerinde ihtisas sahibi özelleştirme idaresi başkanlığı gibi bir kurum bulunmasına rağmen hâla özelleştirmelerde ciddi sıkıntılar ve spekülatif olaylar meydana gelmektedir. daha önce de belirtilmiş olduğu gibi bir devletin bazı kurumlarının özelleştirilmesi doğaldır ama stratejik önemi olan ve kâr getiren kuruluşların özelleştirilmesi ülkeye fayda yerine zarar getirmektedir. malesef ülkemizde de tam da özelleştirmeler bu şekilde gerçekleştirilmektedir. hem kurumsal verimliği olan kârlı kuruluşlar hem de ülke için önemli stratejik yeri olan kuruluşlar özelleştirilmeye tabi tutulmaktadır. ayrıca bunun dışında malesef uzun yıllardır ülkemizde özelleştirilmeler yapılmasına rağmen bunların büyük bir kısmı ya değerinin altında satışla gerçekleşmiş ya da mali yeterliliği olmayan kuruluşlara satış yapıldığından daha sonra bu özelleştirmelerde sıkıntılar meydana gelmiştir (tabiki az da olsa doğru bir şekilde yapılmış özelleştirmeler mevcuttur). tüm bunları belirttikten sonra ido ve igdaş'ın özelleştirme kararını incelemeye başlayalım.
ido (istanbul deniz otobüsleri) a.ş. özellikle geçtiğimiz 2-3 içerisinde ciddi atılımlar ve yatırımlar yapmış bir istanbul belediye kuruluşudur. bu yatırımlara alınan hızlı feribotları, hizmete giren deniz taksisi sistemini ve yeni açılan hatları gösterebiliriz. ve anlaşılacağı üzre bu kadar yatırım yapan bir kuruluşun şirket kârlılığı da bulunmaktadır. keza igdaş (istanbul gaz dağıtım anonim şirketi) da son yıllarda şehir içi ciddi yatırımları olan ve bununla birlikte şirket kârlılığı olan bir kurumdur. 2007 yılı faaliyet raporlarına bakarsak (her iki kuruluşunda en son 2007 yılı faaliyet raporları yayınlanmıştır), ido 2003 yılında 14.525.421,92 ytl zarar yaşayan bir kuruluşken 2007 itibariyle dönem net kârı 37.427.134,86 ytl olmuş ve %8 faaliyet kârı elde edilmiştir. igdaş ise 2007 yılı itibariyle 65.906.125 ytl dönem net kârı elde etmiştir.
yukarıda verilerlede kanıtlandığı gibi bu iki kurum da zarar etmiyorken ve istanbul için hayati önem arzeden kurumlarken neden özelleştirilme kararı alındı? ayrıca tüm büyükşehir belediyeleri arasında en büyük bütçeye sahip belediye olan istanbul büyükşehir belediyesi'nin maddi anlamda bu kurumların satılmasına ihtiyacı var mı?
yukarıdaki iki soruyu değerlendirmek için akp grup başkanvekili ergün turan'ın açıklamalarına bir göz atalım. ergün turan hürriyet'e verdiği demeçte aynen şunları söylemektedir. "bu özelleşme süreci yıllarca sürecek olan bir konu. olsun mu olmasın mı? diye yıllarca konuşulacak. ancak bu özelleşme bir yerde şart. kaynaklar denize atılmayacak veya yenilmeyecek. bu kaynaklar ıstanbul'un kentsel dönüşümünde ve metro sisteminin geliştirilmesi için kullanılacak. biz akp olarak, bu özelleştirmeden yanayız"
istanbul büyükşehir belediye gibi türkiye'nin en büyük bütçesine sahip bir belediyenin kentsel dönüşüm projeleri ve metro sistemi inşaatları için yeterli kaynağı bulamaması gerçekten ilginçtir. daha da ilginci yeterli mali kaynak bulunamadığı iddia edilen bu projelerin finansmanı için istanbul'un en önemli ve istanbul büyükşehir belediyesi'ne kâr getiren ido ve igdaş gibi mali anlamda da çok değerli kuruluşların özelleştirilerek satılmasının göze alınmasıdır. sanırım şirket kârlılığı olan ve istanbul için bu kadar değerli kuruluşların özelleştirilerek satılmasının ne kadar yanlış bir karar ve istanbul'a uzun vadede zarar getirecek bir karar olduğunu anlamak için mali analizci veya planlamacı olmaya gerek yoktur. lafı daha fazla uzatmadan bu konuya biraz da mizahi olarak yaklaşalım.
not: aşağıda yer alan kişi ve kurumların gerçek hayatta yer alan kişi ve kurumlarla hiçbir ilgisi olmayayıp tamamiyle hayal ürünüdür.
bundan tam 3 yıl sonra yani 19 temmuz 2012 tarihinde yer alabilecek hürriyet gazetesi haberine bir göz atalım.
manşet
istanbul büyükşehir belediyesi'ne sponsor olmak için yapılan ihale çok çetin geçti.
haberin ayrıntısı
2013 yılından itibaren istanbul büyükşehir belediyesi'ne sponsor firma olmak için yapılan ihaleyi büyük bir rekabete sahne olunduktan sonra çinli motorsiklet firması shenzheng 50 milyon dolar bedelle kazandı. firmanın ceo'su fang zhu gazetemize vermiş olduğu röportajda ihaleyi kazandıkları için çok mutlu olduklarını ve ihale şartnamesi gereği paranın 10 yılda istanbul büyükşehir belediyesi'ne vadeli olarak ödeneceğini açıkladı. yapılan ihalenin sonucuna göre istanbul'un metro yapılanması ve kentsel dönüşümü için harcanacak bu 50 milyon dolar bedel karşılığında istanbul büyükşehir belediyesi'nin tüm hizmet binalarında, bağlı kuruluşlarda, iskele, park-bahçe gibi bilimum belediyeye ait yerlerde ve belediyeye ait bilboardlarda shenzheng firmasına ait reklamlar 10 yıllık bir süre için yayınlanabilecektir. ayrıca ihale sonucunda shenzheng firmasıyla istanbul büyükşehir belediyesi arasında yapılan özel protokole göre tanıtım için istanbul belediye başkanının firmanın en son çıkarmış olduğu ve kendisine bir adet hediye etmiş olduğu zx 250 model motorsikleti bir yıl boyunca makam aracı olarak kullanması, zx 250 model motorsikletin tanıtımının istanbul büyükşehir belediye binasında yapılması ve başkanın tanıtımda shenzheng amblemli şapka ve t-shirt giymesi, firmanın ülkemizde yayınlanacak reklam filmlerinde başkanın oynaması şeklinde maddeler bulunmaktadır.
sonuç
umarım ido ve igdaş ile başlayan bu özelleştirme süreci yukarıda tamamiyle hayal ürünü olarak oluşturulmuş örneğe benzer bir şekilde vahim ve trajikomik sonuçların yaşanmasına neden olmaz.
ekler
ido 2007 yılı faaliyet raporu
http://www.ido.com.tr/uimages/faliyet_raporlari/2007_faaliyet_r
apor.rar
igdaş 2007 yılı faaliyet raporu
http://www.igdas.com.tr/docs/pdf/igdas_faaliyetyeni2007.pdf
hürriyet gazetesi haberi
http://www.hurriyet.com.tr/gundem/12095573.asp?gid=229
Sana Dokunmak
Sana dokunmak hayal aleminde gezmek gibi, sana dokunmak hiç gidilmemiş limanlara gitmek gibi, sana dokunmak uzaktan güzelliğini seyretmek gibi, sana bakmak sadece gözlerine bakmak kelimelere dökememek, bakışların kelimelerin bittiği yerde, o yerden geri dönüş yok ki, kaybolan ruhlar geri gelir mi ki, bakışlarının içinden ben de geri gelebileyim.
Sebebi Yok
Sebebi yok zamansız ayrılıkların ve sessiz terkedilişlerin, sebebi yok umutsuz bekleyişlerin, sebebi yok kalbimizdeki kırıklıkların ve kanayan yaraların, sebebi yok damla damla gözyaşlarımızla ıslattığımız kırık dökük aşk hikayelerinin, sebebi yok aşkın derinliklerinde kaybolan ruhların, sebebi yok kör kütük sarhoş olmuşçasına aşık olanların, sebebi yok umutsuz aşkların ve bu aşkların denizlerinde yitip giden aşıkların ve sebebi yok işte gidiyorum diyenlerin...
Aslında yukarıda yazılan hiçbir şeyin bir sebebi yok, her şeyin müsebbibi sadece kendimiz.
Aslında yukarıda yazılan hiçbir şeyin bir sebebi yok, her şeyin müsebbibi sadece kendimiz.
Kısaltarak Dilini Katleden Türk İnsanı
Kısaltma diye nitelendirdiğimiz kavram aslında doğru yapıldığı sürece tüm dillerde var olan ve yapıldığı dile yarar sağlayan bir unsurdur. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'ni Abd diye kısaltmak dile rahatlık sağlar. Fakat benim başlıkta da görüldüğü gibi eleştirdiğim konu özellikle son yıllarda gelişen teknoloji sayesinde iletişimin daha geniş kitlelere erişmesi sonucu günlük yaşamda sıkça kullanılan kelimelerin anlamsız bir şekilde kısaltılmasıdır. Bu kısaltmalar ilk olarak cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla birlikte uzun uzadıya mesajlaşan yurdum insanının fazla cep telefonu faturası gelmemesi veya telefon kontürlüyse kontürünün bitmemesi için kelimeler içinde geçen sesli harfleri kırpmasıyla başlamıştır. Daha sonra ise bu durum ucube bir moda halini almış ve kısa mesajlardan tutunda sanal ortamın diğer tüm unsurlarına kadar yani kısaca elektronik yazışmanın olduğu her alanda fazlasıyla kullanılmaya başlanmıştır.
Bu saçma sapan modanın kısaca tarihini anlattıktan sonra eleştiri kısmına geçersek ilk olarak bir insan kendi dilini nasıl katleder? sorusuna cevap bulmamız gereklidir. Peki bu durumu yaratanlara soruyorum, diyelim ki (bu bir bahane değil ama) cep telefonunda fazla para harcanıyor diye kelimeleri katlediyorsunuz, neden tamamiyle bedava olmasına rağmen "chat"te veya Msn'de konuşurken bu saçma sapan olaya devam ediyorsunuz? Günlük yaşantımızda gayet rahat kullandığımız kelimeleri yazışırken neden katlediyoruz? Tüm bunların cevabı aslında tek bir kelime "kolaycılık". Kendimizi kolaycılığa alıştırıyoruz. Diyoruz ki ben kısaltsam bile nasıl olsa karşımdaki anlar şimdi ne uğraşıpta o kadar uzun yazacağım. İşte bu düşünce ancak bizi tembelliğe itmeye ve dilimizi kendi ellerimizle mahvetmeye yarıyor. Hani yurdum gençliği zaten noktalama işaretlerini hemen hemen hiç kullanmıyor buna alıştık ama ne diye güzelim kelimelerin içindeki sesli harfleri yok edip kısaltma yaparlar bunu anlamak mümkün değil. Genele bakarsak zaten chat yapan veyahut Msn kullanan insanoğlu klavyeyi gayet hızlı kullanan kişilerdir. Bu insanlar madem klavyeyi hızlı kullanıyorlar peki ne yapmaya güzelim kelimeleri mahvedip kısaltıyorlar? Bir de bu "yapay kısaltma dili" sanki iyi bir durummuş gibi sadece gençlik arasında değil belli yaşa ve olgunluğa erişmiş insanlar arasında da artık kullanılmaya başlandı. Ve ben gerçekten ileride dilimizin durumu ne olacak diye büyük bir merak içerisindeyim.
Örneğin birisi vefat ettiğinde karşı tarafa allah rahmet eylesin diye yazarken şöyle mi diyeceğiz artık, "llh rhmt ylsn". Şimdi bu dil katliamını yapan arkadaşlara soruyorum " Örnekte olduğu gibi böyle yaparsak cümleyi anlayabilmek mümkün mü? Veyahut bir insana söylenebilecek en güzel cümle olan "seni seviyorum" derken artık şöyle mi söyleyeceğiz, "sn svyrm".
Örneklerde de görüldüğü üzre kelimeleri kısaltmanın sonu yok ve böyle yapmaya devam edersek artık ortada gerçekten bir dil kalmayacak. Birbirimizle konuşurken sesli harfleri güzellikle kullanıyoruz da neden yazışırken bu harfleri kullanmıyoruz? Madem sesli harfi kullanmak yorucu oluyor, o zaman birbirimizle konuşurken de sesli harf kullanmayalım. Hatta bu işi daha da ileri bir boyuta götürelim hiç konuşmayalım (ne gereği var değil mi?). En güzeli eski çağ insanı gibi işaretlerle iletişim kuralım. Bence daha da kolay olur hiç yazışmaya da gerek yok dilide ortadan kaldıralım sadece semboller kullanalım. İşin kara mizah yanı bir tarafa herhalde durumun bu hale gelmesini "kısaltarak dili katledenler" dahil hiç kimse istemeyecektir.
Öyleyse lütfen bu güzide dilimiz için biraz daha özen gösterelim. Cnm yazacağımıza canım diye yazmak elimize kramp girmesine neden olmayacaktır. Bu yüzden hem dilimize özen gösterip bu saçma sapan yapay dili kullanmayalım hem de çevremizde bunu yapan "özenti" arkadaşlar varsa bu kişileri de uyaralım.
Bu kısaltmaların en çok kullanılanları aşağıda liste halindedir.
1. Canım yerine cnm yazmak
2. Selam yerine slm yazmak
3. Nasıl veya nasılsın yerine nsl yazmak
4. Tamam yerine tmm yazmak
5. Ne haber yerine nbr yazmak
6. Teşekkürler yerine tşk yazmak
7. Merhaba yerine mrb yazmak
Bu saçma sapan modanın kısaca tarihini anlattıktan sonra eleştiri kısmına geçersek ilk olarak bir insan kendi dilini nasıl katleder? sorusuna cevap bulmamız gereklidir. Peki bu durumu yaratanlara soruyorum, diyelim ki (bu bir bahane değil ama) cep telefonunda fazla para harcanıyor diye kelimeleri katlediyorsunuz, neden tamamiyle bedava olmasına rağmen "chat"te veya Msn'de konuşurken bu saçma sapan olaya devam ediyorsunuz? Günlük yaşantımızda gayet rahat kullandığımız kelimeleri yazışırken neden katlediyoruz? Tüm bunların cevabı aslında tek bir kelime "kolaycılık". Kendimizi kolaycılığa alıştırıyoruz. Diyoruz ki ben kısaltsam bile nasıl olsa karşımdaki anlar şimdi ne uğraşıpta o kadar uzun yazacağım. İşte bu düşünce ancak bizi tembelliğe itmeye ve dilimizi kendi ellerimizle mahvetmeye yarıyor. Hani yurdum gençliği zaten noktalama işaretlerini hemen hemen hiç kullanmıyor buna alıştık ama ne diye güzelim kelimelerin içindeki sesli harfleri yok edip kısaltma yaparlar bunu anlamak mümkün değil. Genele bakarsak zaten chat yapan veyahut Msn kullanan insanoğlu klavyeyi gayet hızlı kullanan kişilerdir. Bu insanlar madem klavyeyi hızlı kullanıyorlar peki ne yapmaya güzelim kelimeleri mahvedip kısaltıyorlar? Bir de bu "yapay kısaltma dili" sanki iyi bir durummuş gibi sadece gençlik arasında değil belli yaşa ve olgunluğa erişmiş insanlar arasında da artık kullanılmaya başlandı. Ve ben gerçekten ileride dilimizin durumu ne olacak diye büyük bir merak içerisindeyim.
Örneğin birisi vefat ettiğinde karşı tarafa allah rahmet eylesin diye yazarken şöyle mi diyeceğiz artık, "llh rhmt ylsn". Şimdi bu dil katliamını yapan arkadaşlara soruyorum " Örnekte olduğu gibi böyle yaparsak cümleyi anlayabilmek mümkün mü? Veyahut bir insana söylenebilecek en güzel cümle olan "seni seviyorum" derken artık şöyle mi söyleyeceğiz, "sn svyrm".
Örneklerde de görüldüğü üzre kelimeleri kısaltmanın sonu yok ve böyle yapmaya devam edersek artık ortada gerçekten bir dil kalmayacak. Birbirimizle konuşurken sesli harfleri güzellikle kullanıyoruz da neden yazışırken bu harfleri kullanmıyoruz? Madem sesli harfi kullanmak yorucu oluyor, o zaman birbirimizle konuşurken de sesli harf kullanmayalım. Hatta bu işi daha da ileri bir boyuta götürelim hiç konuşmayalım (ne gereği var değil mi?). En güzeli eski çağ insanı gibi işaretlerle iletişim kuralım. Bence daha da kolay olur hiç yazışmaya da gerek yok dilide ortadan kaldıralım sadece semboller kullanalım. İşin kara mizah yanı bir tarafa herhalde durumun bu hale gelmesini "kısaltarak dili katledenler" dahil hiç kimse istemeyecektir.
Öyleyse lütfen bu güzide dilimiz için biraz daha özen gösterelim. Cnm yazacağımıza canım diye yazmak elimize kramp girmesine neden olmayacaktır. Bu yüzden hem dilimize özen gösterip bu saçma sapan yapay dili kullanmayalım hem de çevremizde bunu yapan "özenti" arkadaşlar varsa bu kişileri de uyaralım.
Bu kısaltmaların en çok kullanılanları aşağıda liste halindedir.
1. Canım yerine cnm yazmak
2. Selam yerine slm yazmak
3. Nasıl veya nasılsın yerine nsl yazmak
4. Tamam yerine tmm yazmak
5. Ne haber yerine nbr yazmak
6. Teşekkürler yerine tşk yazmak
7. Merhaba yerine mrb yazmak
iyi ki varsın
bir insanın size söylebileceği en güzel cümlelerden birisidir "iyi ki varsın". "iyi ki varsın" dostluğu, arkadaşlığı, sevgili olmayı anlatan sonbahar rüzgarı gibi güzel bir cümledir. bu cümlenin altında mutluluk, yaşanmışlık, memnuniyet yatar. eğer bir kişi diyorsa size iyi ki varsın; aslında bu iyi ki yanımdasın, beni mutlu ediyorsun, benim dertlerime, kaygılarıma ve mutluluklarıma ortak oluyorsun demektir. ve belki de sadece masumane bir dostluğun veya masumane bir aşkın simgesidir. hiç düşündünüz mü acaba en son kim size "iyi ki varsın" dedi. hayatınızda "iyi ki varsın" lar çoksa siz bu hayatı gerçekten yaşayan bir insansınız demektir, eğer azsa da bu kelimeyi duymak için daha çok çaba sarfetmeniz gereklidir. mutluluk kelimelerde ve ayrıntılarda gizlidir, tabii ki ulaşmak isteyene...
Cennet
Cennet daha önce Araf filmini yönetmiş olan Biray Dalkıran'ın yönetmenliğini ve yapımcılığını üstlendiği psikolojik-drama türünde olan 2007 yapımı bir Türk filmidir. Film 11 Nisan 2008 tarihinde gösterime girmiş 12 hafta gösterimde kalmıştır. Film 24.774 seyirci tarafından izlenmiş olup süresi 107 dakikadır.
Cennet filminin ana temasını en güzel filmin afişinde yer alan "O'nun cennetinde sadece mutluluk vardı. Diğerleri gelene kadar" cümleleriyle açıklanabileceğini düşünüyorum. Filmin afişinde yer alan, içinde geçen cümlelerle filmi çok güzel özetleyen bu mottoya daha sonra geri dönmek kaydıyla şimdi filmin konusunu anlatmaya başlayalım.
Filmdeki baş karakter Engin Altan Düzyatan'ın oynadığı "Can" karakteridir. Can 7 yaşındayken annesinin gözleri önünde intihar etmesiyle büyük bir travma yaşamıştır. Bu olaydan sonra Can'da "Atipik Psikoz" yani sınıflandırma dışı, türü belli olmayan psikoz vakası meydana gelmiş ve bununla birlikte zeka geriliği oluşmuştur.
Can'ın düşük zeka seviyesine rağmen doktorları hayrete düşüren güçlü bir hayal gücü vardır. Filmde Can'ın hayal gücü, Can'ın çizmiş olduğu melek kanadı tasvirleriyle görülmektedir. Filme de adını veren Can'ın kendi hayal dünyasında yaratmış olduğu cennetidir. Bu hayali cennette ölmüş annesiyle birlikte yaşamakta ve diğer insanlarla iletişim kurmamaktadır.
Can'ın babası (Mehmet Birkiye) 15 yıldır Can'ın tedavisi için Akıl Hastanesine Dr. Ahmet'in (Şendoğan Öksüz) yanına getirmektedir. Fakat son zamanlarda Can'da şiddet eğiliminin artmasıyla birlikte babası Can'ı Dr. Ahmet'in gözetiminde Akıl Hastanesine yatırmıştır. Filmde Can 29 yaşındadır ve kendi ismini kesinlikle kabul etmemektedir. Sürekli kendisine "A" diye hitap edilmesini istemektedir ve "O’nun adı A, Can değil sadece A" diye söylemektedir. Can'ın kendine A ismiyle hitap edilmesini istemesinin nedeni annesinin intihar ederken ağzından çıkan son kelimenin "A" olmasıdır. Hastanede Can'ın aynı odada kaldığı birde arkadaşı vardır. Filmde bu karakter hep Arkadaş (Fahriye Evcen) diye geçmiştir. Can'ın arkadaşı genç ve güzel bir kız olup şizofreni hastasıdır. Can annesinin hayaliyle kurduğu bu sanal cennetine bir de arkadaşını dahil etmiştir. Bu ikili hastanedeki korunun içerisinde dolaştıklarında artık kendi cennetlerinde yaşamaktadırlar. Can arkadaşıyla birlikte bu hayali cennetinde çok mutludur.
Birgün hastaneye Can'ın tedavisine yardımcı olması için Dr. Tuba (Zeynep Pabuççuoğlu) gelir. Dr. Tuba zeka geriliği konusunda uzman olan bir doktordur ve zeka geriliği olanların zeka seviyesini artırıcı bir ilaç üzerinde uzun zamandır çalışmaktadır. Dr. Tuba bu ilacı denek fareler üzerinde denemektedir ve ilaç henüz test aşamasındadır. Dr. Tuba ilaç çalışmalarını sevgilisi Dr. Can (Cüneyt Sayıl) ile yapmaktaydı fakat sevgilisinin ağır bir rahatsızlık geçirmesinden sonra çalışmalara Dr. Burak (Aytaç Ağırlar) ile birlikte devam etmek zorunda kaldı. Dr. Can çok ağır hastadır ve hergün hastalığı ilerlemektedir. Birgün Dr. Tuba sevgilisi Dr. Can’ın yanına gitti ve aralarında geçen diyalogta Dr. Can "Lütfen beni bu halimle hatırlama, ben hep dünyaya bir iz bırakmak istedim" demiştir. Dr. Tuba'da buna cevaben "Sevgilim izin benim, projeni devam ettireceğim ve sonucunu da sen göreceksin" demiştir. İlk zamanlar Dr. Tuba Can ve arkadaşının arasına girerek Can ile iletişim kurmaya çalışmıştır. Onunla hastane dışına çıkabileceğini söylemiştir. Özellikle ikinci görüşmeden sonra Can ile iletişim kurmaya ve arkadaş olmaya başlamışlardır.
Can birgün arkadaşıyla birlikte hastaneden kaçmak için plan yapmış ve kendi uyku ilacını yutmayarak, gizlice hemşirenin çayına atmıştır. Sonrasında hemşirenin uyumasıyla birlikte arkadaşıyla birlikte hastaneden kaçmışlardır. Can ile arkadaşı, arkadaşının isteği üzerine deniz fenerine benzer bir yere gitmişlerdir. Arkadaşının sırtında iki tane melek kanadı dövmesi bulunmaktaydı. Filmde geçen diyalogta arkadaşı Can'a "Kanatlarının şimdi küçük olduğunu ve doğumgününde büyüyeceğini o zaman birlikte uçacaklarını" söylemiştir. Ayrıca arkadaşı Can'a unutmaması için üzerinde "Uçacağız" yazan bir kağıt vermiştir. Can ile arkadaşı sabaha kadar burada uyuyakalmışlar ve olması gerekenden geç bir saatte hastaneye geri dönmüşler ve kaçtıkları farkedilmesinden kaynaklı ceza almışlardır. Hatta Dr. Tuba sabah Can'ı odasında göremediğini Dr. Ahmet'e söylemiş, Dr. Ahmet ise Can'ın kaçtığını ama tekrar hastaneye geri döndüğünü ve ceza alacağını söylemiştir. Dr. Tuba Can ile çalışacağından ceza almasını istememiş ve Dr. Ahmet'te bunu olumlu karşılamıştır.
Bundan sonra Dr. Tuba Can ile çalışmaya devam etmiş ve Can'ın babasından izin alarak Can'a birtakım testler yapmıştır. Test sonucunda Can'ın değerleriyle projenin denek faresi "Yıldız" ın değerleri benzer çıkmıştır. Böyle olunca üzerinde çalışılan ilacın Can'ın normal bir zekaya ulaşmasında etki yaratacağı Can'ın babasına Dr. Burak tarafından iletilmiştir. Fakat tedavi sonrasında ortaya çıkacak sorunlarla ilgili Can'ın babasına bir dosya verilmiştir. Bu dosyayı inceledikten sonra "Benim oğlum bir denek değil” diyerek Can’ın babası tedaviyi reddetmiştir. Bundan kısa bir süre sonra Dr. Can vefat etmiş ve aslında bu ilacın Can'ın üzerinde denenmesinde istekli olmayan Dr. Tuba ise bu ölümden etkilenip Can’ın babasını ikna etmek için çaba gösterme kararı almıştır.
Dr. Ahmet Can'ın tedavisinin daha başarılı olabilmesi için Can'ın babasıyla konuşup Can'ın yaşadığı travmayı yaratan annesinin ölümünün nasıl olduğunu sormuştur. Can'ın babası da Dr. Ahmet'e bu ölümün nasıl yaşandığını anlatmıştır. Can'ın babasının bir kadınla ilişkisi ve bu kadından bir kız çocuğu vardır. Birgün yolda giderken kaza yapmış ve hastaneye yaralı olarak kaldırılmıştır. Eşi de hastaneye gidip bu durumu öğrendikten sonra aldatılmış olmayı kaldıramayarak Can 7 yaşındayken Can'ın gözü önünde intihar etmiştir. Zaten Can'ın babasının tedaviyi kabul etmek istememesinin en önemli nedeni ise eğer Can'ın zeka seviyesi normal değerlere ulaşırsa bu olayı bir şekilde öğrenip kendisinden uzaklaşma ihtimalidir. Fakat özellikle sevgilisinin ölümünden etkilenen ve bu projeyi sonuca ulaştırmak isteyen Dr. Tuba'nın ısrarlarıyla Can'ın babası ikna olup oğluna bu ilacın kullanılması için gerekli izni vermiştir.
Tedavinin başlamasından sonra Can'ın beyinsel aktivitelerinde herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen durumunda küçük düzelmeler başlamıştır. Can cennet adını verdiği kendi hayal aleminden uzaklaşmaya başlamış ve arkadaşından kopmaya başlamıştır. Artık Dr. Tuba ile hastane dışında vakit geçirmeye başlamıştır. İlk gelişme olarak artık kendine "A" dememeye başlamış ve Can ismini kabul etmeye başlamıştır. Can'ın gelişimini daha iyi takip edebilmek için babasından izin alarak Dr. Tuba Can'ı evinde misafir etmeye başlamış ve Can ile tüm günlerini geçirmeye başlamıştır. Bundan sonra Can'da önemli gelişimler gözlemlenmeye başlanmış, Can herkesle rahat iletişime geçmeye başlamış ve birinci tekil şahıslı cümleler kurmaya başlamıştır.
Fakat Can'ın normalleşmeye başlaması Dr. Tuba'da bir çelişkiye düşmesine neden olmuşur. Acaba Can'ı hayal dünyasından koparıp normalleştirmesi doğru muydu? Dr. Tuba bu soruları kendine sorarken Can'da duygusal anlamda acı çekmeye başlıyordu. Hem Dr. Tuba'ya duygusal bir yakınlık hissetmeye hem de arkadaşını düşünmeye başlıyordu. Ve birgün Dr. Tuba Can ile birlikte hastanede bulunduğu sırada Dr. Burak’ın “Yıldız” ın test sonuçlarıyla “Can” ın test sonuçlarını değiştirdiğini ve bu sonuçları ilacın yapımına maddi destek veren firmaya gönderdiğini öğrendi. Bu olayı öğrendikten sonra Dr. Tuba ile Dr. Burak ciddi bir tartışma içerisine girdi ve Dr. Burak Can’a gerizekalı diyerek Can’I hırpalamaya başladı bunun sonucunda ise Can Dr. Burak’ı döverek hastaneden kaçtı.
Sonrasında, Can elinde saklamış olduğu "Uçuçağız" yazısına bakıp arkadaşının doğumgünün bugün olduğunu ve birlikte uçacaklarını hatırladı. Ve Can koşarak daha önce arkadaşıyla gitmiş oldukları deniz fenerine gitti. Dr. Tuba'da motoruyla Can'ın peşinden gitti. Filmin sonunda Can ve arkadaşı uçuyoruz diyerek deniz fenerinden atladılar ve Dr. Tuba bu atlayışa engel olamadı. Böylece film Can’ın trajik ama bir o kadar da fantastik ölümüyle sonlandı.
Olumlu
Hepimiz bazen yarattığımız kendi cennetimizde yaşamak istemiyor muyuz? Sorunlardan, günlük problemlerden uzak sadece mutlu olabileceğimiz kendi hayal dünyamızda yaşamak istemiyor muyuz? Eğer bu sorulara sizde “Evet İstiyorum” cevabı veriyorsanız, Cennet filmi biz izleyicilere Atipik Psikoz rahatsızlığı ve zeka geriliği olan 29 yaşındaki Can’ın büyük hayal dünyasını, yarattığı “Cennet” i göstererek farklı, fantastik bir boyut sunuyor.
Filmde neden normal bir karakter üzerinden değil de psikiyatrik rahatsızlığı olan Can karakteri üzerinden bu hayal dünyasının anlatıldığını irdelersek, bilindiği gibi normal insan karakteri her ne kadar imgesel bir hayal dünyasına sahipse de yaşadığı reel hayat nedenli güçlü bir gerçekçi bakış açısına sahiptir. Böyle olunca da hepimizin hayal dünyasında varolan fakat yaşadığımız hayat nedenli sınırlı, sığ kalan kendi “Cennet” imizi yani iç dünyamızı en güzel Can karakteri gibi rahatsızlığı nedenli “özgür” olan hayal dünyası içerisinde “yaşayabilen ve rahatça uçabilen”, bize sınırsız bir fantastik dünya yaratabilen bir karakterin gözünden anlatılmıştır.
Tabiiki filmin bu fantastik kısmı hayal kavramı konusunda fazlasıyla sınırlı bir bakış açısına sahip insanlar için büyük ölçüde sıkıcı gelecektir. Zaten bu film daha çok hayal aleminde uçamayan fakat uçmak isteyen insanlar için ideal bir filmdir.
İlerleyen hikaye içerisinde Dr. Tuba karakterinin filme dahil olmasıyla birlikte Can’ın fantastik dünyasıyla ve Dr. Tuba gibi hırslı, başarılı olmak isteyen güçlü bir karakterin reel dünyasıyla film gerçekle fantastik arasında gidip gelmeye başlıyor. Filmde görüyoruzki reel dünya belli oranda başarılı oluyor ve Can mutluluğunu yani “Cennet” ini kaybetmeye başlıyor. Fakat film son sahnesiyle birlikte asıl mutluluğun deniz fenerinden hayallerine atlayan Can’ın yaptığı gibi kendi “Cennet” imizde var olduğunu bizlere gösteriyor.
Zaten filmin afişinde şu mottoyla ana tema o kadar güzel anlatılıyorki “O’nun Cennetinde sadece mutluluk vardır. Diğerleri gelene kadar”. Bu cümleler bizler içinde geçerli değil mi? Özellikle öğrencilik hayatımızda kimileri için lise hayatında, kimiler içinse üniversite hayatında büyük büyük hayaller yok muydu? O yıllarda bizi var eden, mutlu kılan bu hayaller değil miydi? İşte Cennet filmi bizlere bu soruların cevaplarını bulmamız için güzel bir ufuk çiziyor. Film bizlere mutluluğun sadece reelde olmadığını kendi iç dünyamızda, hayallerde de var olduğunu gösteriyor. Aslında bizlere öğrencilik hayatımızdayken, kısaca gençken yapmak istediğimiz ama sonra hayatın şartları gereği yapamadığımız zevkler için bir kapı açıyor. Belki bizlerde kendimizi, ruhumuzu özgür bırakmalıyız, belki serbestçe kanatlanıp uçabilmeliyiz, belki... Aslında hayatımızda bu belkilerin, keşkelerin bir sonu yok. Bu nedenle filminde bizlere gösterdiği gibi mutlu olmanın, hayatın anlamını yakalayabilmenin formülü “Hayallerimizde uçabilmekte”.
Filmde “Cennet” imgesinin olduğu sahnelerdeki görsel efektleri çok başarılı bir şekilde uygulanmış. Filmde Engin Altan Düzyatan “Can” karakteri gibi çok zor bir rolü gayet başarılı bir şekilde oynamış. Ayrıca Arkadaş karakterinde oynayan Fahriye Evcen’de şizofren hastası rolünü başarılı bir şekilde oynamış. Filmin hem görsel efektleri hem de bu iki genç oyuncunun başarılı performansları ve ayrıca Türk Sinemasında pek yer almayan bir türde (psikolojik-drama) yapılmış olması sebebiyle rahatlıkla Türk Sineması tarihinde yer alabilecek bir filmdir. (Türk Sinemasında psikolojik-drama türünde yer almış birkaç film bulunmaktadır, bunlar; Med-Cezir Manzaraları (1989), Zeynep’in Sekiz Günü (2007) ve Gölgesizler (2008)’dir.)
Olumsuz
Filmin belli başlı bazı bölümlerinde önemli kopukluklar bulunmaktadır. Özellikle babanın Dr. Tuba tarafından Can’ın tedavisine ikna edilmesi sahnesi (Benim oğlum denek değil diyen baba ufak bir psikolojik baskı sonrasında hemen ikna oluyor.), Can’ın hastaneden kaçma sahnesi ve sondaki final sahnesinin çok çabuk gelişmesi filmin başından beri olan fantastik havanın finalde yeterince altının çizilememesi gibi yanlışlıklar mevcuttur. Film 107 dakika gibi uzun bir vakte sahip olmasına rağmen filmdeki yukarıda da anlatılmış olan bazı sahnelerin yeterince iyi çekilmediğini düşünüyorum. Bu nedenli filmin örnek 120 dakika gibi biraz daha uzun olması gerektiği kanısındayım. Ayrıca Can’ın tedavisine karar aşamasında ve tedavi aşamasında Amerikan bilim-kurgu filmlerine özenircesine gereksiz efekt kullanımı ve bir bilim-kurgu filmi havası yaşatılması psikolojik-dram türündeki bu filmde en bariz hatalardan birisidir. Her ne kadar filmin ilk bölümünde bulunan “Cennet” imgesinin vurgulandığı bölümleri gayet başarılı bulsamda özellikle Dr. Tuba’nın yer aldığı sahnelerde hikayenin ilerleyişiyle ilgili birçok şeyi anlatma kaygısından bazı sahnelerin hızlı geçildiği ve bazı sahnelerede gereksiz yer verildiği kanısındayım.
Sonuç
Ben filmi Türk Sineması açısından gayet başarılı buluyorum ve rahatlıkla söyleyebilirimki bu film Türk Sineması tarihine geçmiştir. Filmde bazı sahnelerin Amerikan filmlerine özenti olması ve bazı sahnelerde kopukluklar da olsa hem oyunculuk hem de görsel efekt açısından ben filmi gayet başarılı buluyorum. Cennet, özellikle psikolojik-drama seven sinemaseverlerin mutlaka izlemesi gereken filmlerden birisidir. Benim bu film için verebileceğim değerlendirme puanı 10 üzerinden 8’dir.
Filmin Oyuncu Kadrosu
1. Engin Altan Düzyatan (Can)
2. Fahriye Evcen (Arkadaş)
3. Zeynep Pabuççuoğlu (Dr. Tuba)
4. Cüneyt Sayıl (Dr. Can)
5. Şendoğan Öksüz (Dr. Ahmet)
6. Aytaç Ağırlar (Dr. Burak)
7. Mehmet Birkiye (Can’ın Babası)
8. Tülay Bekret (Can’ın Annesi)
Filmin Teknik Ekibi
Yönetmen&Yapımcı: Biray Dalkıran
Senarist: Burak Sesli
Görüntü Yönetmeni: Aşkın Sağıroğlu
Sanat Yönetmeni: Nevra Genelioğlu
Yapım Şirketi: D.F.G.S (Düş Fabrikası Görüntü Sanatları) Yapım
Dağıtım Şirketi: 35 Milim Filmcilik
Müzikler: Taner Sarf, Harun Kolçak
Film Hakkında Kritikler
1. Imdb.com (The Internet Movie Database): 2.9/10 (65 oy)
www.imdb.com/title/tt1171672/
2. Beyazperde.com: 6/10 (119 oy)
beyazperde.mynet.com/film/3711
3. Sinema.com: 7.1/10 (139 oy)
www.sinema.com/film/6645/cennet
4. Sinematurk.com 7.78/10
http://www.sinematurk.com/film_genel/19923/Cennet
5. Sinemalar.com 7/10 (118 oy)
www.sinemalar.com/film/862/Cennet/
Filmin Web Sitesi
www.cennetfilm.com/
Filmin Fragmanı
www.cennetfilm.com/fragman.htm
Filmin Kamera Arkası
www.cennetfilm.com/kameraarkasi.htm
Filmin Basın Bülteni
www.cennetfilm.com/cennetbulten.doc
Filmin Müzikleri
www.youtube.com/watch?v=yUK0-gEMMbI (Taner Sarf&Gamze Amous-Ölüyorum)
www.youtube.com/watch?v=vJ2171Ea5wM (Harun Kolçak-Yanımda Kal)
Filmin Satın Alınabileceği Yerler
1. Hepsi Burada.com
www.hepsiburada.com/cennet/productDetails.aspx?categoryid=178179&productid=dvddpro461
2. Ebay.com
global.ebay.com/CENNET_-_HEAVEN_2008_Turkish_movie_DVD/350180868126/item
Cennet filminin ana temasını en güzel filmin afişinde yer alan "O'nun cennetinde sadece mutluluk vardı. Diğerleri gelene kadar" cümleleriyle açıklanabileceğini düşünüyorum. Filmin afişinde yer alan, içinde geçen cümlelerle filmi çok güzel özetleyen bu mottoya daha sonra geri dönmek kaydıyla şimdi filmin konusunu anlatmaya başlayalım.
Filmdeki baş karakter Engin Altan Düzyatan'ın oynadığı "Can" karakteridir. Can 7 yaşındayken annesinin gözleri önünde intihar etmesiyle büyük bir travma yaşamıştır. Bu olaydan sonra Can'da "Atipik Psikoz" yani sınıflandırma dışı, türü belli olmayan psikoz vakası meydana gelmiş ve bununla birlikte zeka geriliği oluşmuştur.
Can'ın düşük zeka seviyesine rağmen doktorları hayrete düşüren güçlü bir hayal gücü vardır. Filmde Can'ın hayal gücü, Can'ın çizmiş olduğu melek kanadı tasvirleriyle görülmektedir. Filme de adını veren Can'ın kendi hayal dünyasında yaratmış olduğu cennetidir. Bu hayali cennette ölmüş annesiyle birlikte yaşamakta ve diğer insanlarla iletişim kurmamaktadır.
Can'ın babası (Mehmet Birkiye) 15 yıldır Can'ın tedavisi için Akıl Hastanesine Dr. Ahmet'in (Şendoğan Öksüz) yanına getirmektedir. Fakat son zamanlarda Can'da şiddet eğiliminin artmasıyla birlikte babası Can'ı Dr. Ahmet'in gözetiminde Akıl Hastanesine yatırmıştır. Filmde Can 29 yaşındadır ve kendi ismini kesinlikle kabul etmemektedir. Sürekli kendisine "A" diye hitap edilmesini istemektedir ve "O’nun adı A, Can değil sadece A" diye söylemektedir. Can'ın kendine A ismiyle hitap edilmesini istemesinin nedeni annesinin intihar ederken ağzından çıkan son kelimenin "A" olmasıdır. Hastanede Can'ın aynı odada kaldığı birde arkadaşı vardır. Filmde bu karakter hep Arkadaş (Fahriye Evcen) diye geçmiştir. Can'ın arkadaşı genç ve güzel bir kız olup şizofreni hastasıdır. Can annesinin hayaliyle kurduğu bu sanal cennetine bir de arkadaşını dahil etmiştir. Bu ikili hastanedeki korunun içerisinde dolaştıklarında artık kendi cennetlerinde yaşamaktadırlar. Can arkadaşıyla birlikte bu hayali cennetinde çok mutludur.
Birgün hastaneye Can'ın tedavisine yardımcı olması için Dr. Tuba (Zeynep Pabuççuoğlu) gelir. Dr. Tuba zeka geriliği konusunda uzman olan bir doktordur ve zeka geriliği olanların zeka seviyesini artırıcı bir ilaç üzerinde uzun zamandır çalışmaktadır. Dr. Tuba bu ilacı denek fareler üzerinde denemektedir ve ilaç henüz test aşamasındadır. Dr. Tuba ilaç çalışmalarını sevgilisi Dr. Can (Cüneyt Sayıl) ile yapmaktaydı fakat sevgilisinin ağır bir rahatsızlık geçirmesinden sonra çalışmalara Dr. Burak (Aytaç Ağırlar) ile birlikte devam etmek zorunda kaldı. Dr. Can çok ağır hastadır ve hergün hastalığı ilerlemektedir. Birgün Dr. Tuba sevgilisi Dr. Can’ın yanına gitti ve aralarında geçen diyalogta Dr. Can "Lütfen beni bu halimle hatırlama, ben hep dünyaya bir iz bırakmak istedim" demiştir. Dr. Tuba'da buna cevaben "Sevgilim izin benim, projeni devam ettireceğim ve sonucunu da sen göreceksin" demiştir. İlk zamanlar Dr. Tuba Can ve arkadaşının arasına girerek Can ile iletişim kurmaya çalışmıştır. Onunla hastane dışına çıkabileceğini söylemiştir. Özellikle ikinci görüşmeden sonra Can ile iletişim kurmaya ve arkadaş olmaya başlamışlardır.
Can birgün arkadaşıyla birlikte hastaneden kaçmak için plan yapmış ve kendi uyku ilacını yutmayarak, gizlice hemşirenin çayına atmıştır. Sonrasında hemşirenin uyumasıyla birlikte arkadaşıyla birlikte hastaneden kaçmışlardır. Can ile arkadaşı, arkadaşının isteği üzerine deniz fenerine benzer bir yere gitmişlerdir. Arkadaşının sırtında iki tane melek kanadı dövmesi bulunmaktaydı. Filmde geçen diyalogta arkadaşı Can'a "Kanatlarının şimdi küçük olduğunu ve doğumgününde büyüyeceğini o zaman birlikte uçacaklarını" söylemiştir. Ayrıca arkadaşı Can'a unutmaması için üzerinde "Uçacağız" yazan bir kağıt vermiştir. Can ile arkadaşı sabaha kadar burada uyuyakalmışlar ve olması gerekenden geç bir saatte hastaneye geri dönmüşler ve kaçtıkları farkedilmesinden kaynaklı ceza almışlardır. Hatta Dr. Tuba sabah Can'ı odasında göremediğini Dr. Ahmet'e söylemiş, Dr. Ahmet ise Can'ın kaçtığını ama tekrar hastaneye geri döndüğünü ve ceza alacağını söylemiştir. Dr. Tuba Can ile çalışacağından ceza almasını istememiş ve Dr. Ahmet'te bunu olumlu karşılamıştır.
Bundan sonra Dr. Tuba Can ile çalışmaya devam etmiş ve Can'ın babasından izin alarak Can'a birtakım testler yapmıştır. Test sonucunda Can'ın değerleriyle projenin denek faresi "Yıldız" ın değerleri benzer çıkmıştır. Böyle olunca üzerinde çalışılan ilacın Can'ın normal bir zekaya ulaşmasında etki yaratacağı Can'ın babasına Dr. Burak tarafından iletilmiştir. Fakat tedavi sonrasında ortaya çıkacak sorunlarla ilgili Can'ın babasına bir dosya verilmiştir. Bu dosyayı inceledikten sonra "Benim oğlum bir denek değil” diyerek Can’ın babası tedaviyi reddetmiştir. Bundan kısa bir süre sonra Dr. Can vefat etmiş ve aslında bu ilacın Can'ın üzerinde denenmesinde istekli olmayan Dr. Tuba ise bu ölümden etkilenip Can’ın babasını ikna etmek için çaba gösterme kararı almıştır.
Dr. Ahmet Can'ın tedavisinin daha başarılı olabilmesi için Can'ın babasıyla konuşup Can'ın yaşadığı travmayı yaratan annesinin ölümünün nasıl olduğunu sormuştur. Can'ın babası da Dr. Ahmet'e bu ölümün nasıl yaşandığını anlatmıştır. Can'ın babasının bir kadınla ilişkisi ve bu kadından bir kız çocuğu vardır. Birgün yolda giderken kaza yapmış ve hastaneye yaralı olarak kaldırılmıştır. Eşi de hastaneye gidip bu durumu öğrendikten sonra aldatılmış olmayı kaldıramayarak Can 7 yaşındayken Can'ın gözü önünde intihar etmiştir. Zaten Can'ın babasının tedaviyi kabul etmek istememesinin en önemli nedeni ise eğer Can'ın zeka seviyesi normal değerlere ulaşırsa bu olayı bir şekilde öğrenip kendisinden uzaklaşma ihtimalidir. Fakat özellikle sevgilisinin ölümünden etkilenen ve bu projeyi sonuca ulaştırmak isteyen Dr. Tuba'nın ısrarlarıyla Can'ın babası ikna olup oğluna bu ilacın kullanılması için gerekli izni vermiştir.
Tedavinin başlamasından sonra Can'ın beyinsel aktivitelerinde herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen durumunda küçük düzelmeler başlamıştır. Can cennet adını verdiği kendi hayal aleminden uzaklaşmaya başlamış ve arkadaşından kopmaya başlamıştır. Artık Dr. Tuba ile hastane dışında vakit geçirmeye başlamıştır. İlk gelişme olarak artık kendine "A" dememeye başlamış ve Can ismini kabul etmeye başlamıştır. Can'ın gelişimini daha iyi takip edebilmek için babasından izin alarak Dr. Tuba Can'ı evinde misafir etmeye başlamış ve Can ile tüm günlerini geçirmeye başlamıştır. Bundan sonra Can'da önemli gelişimler gözlemlenmeye başlanmış, Can herkesle rahat iletişime geçmeye başlamış ve birinci tekil şahıslı cümleler kurmaya başlamıştır.
Fakat Can'ın normalleşmeye başlaması Dr. Tuba'da bir çelişkiye düşmesine neden olmuşur. Acaba Can'ı hayal dünyasından koparıp normalleştirmesi doğru muydu? Dr. Tuba bu soruları kendine sorarken Can'da duygusal anlamda acı çekmeye başlıyordu. Hem Dr. Tuba'ya duygusal bir yakınlık hissetmeye hem de arkadaşını düşünmeye başlıyordu. Ve birgün Dr. Tuba Can ile birlikte hastanede bulunduğu sırada Dr. Burak’ın “Yıldız” ın test sonuçlarıyla “Can” ın test sonuçlarını değiştirdiğini ve bu sonuçları ilacın yapımına maddi destek veren firmaya gönderdiğini öğrendi. Bu olayı öğrendikten sonra Dr. Tuba ile Dr. Burak ciddi bir tartışma içerisine girdi ve Dr. Burak Can’a gerizekalı diyerek Can’I hırpalamaya başladı bunun sonucunda ise Can Dr. Burak’ı döverek hastaneden kaçtı.
Sonrasında, Can elinde saklamış olduğu "Uçuçağız" yazısına bakıp arkadaşının doğumgünün bugün olduğunu ve birlikte uçacaklarını hatırladı. Ve Can koşarak daha önce arkadaşıyla gitmiş oldukları deniz fenerine gitti. Dr. Tuba'da motoruyla Can'ın peşinden gitti. Filmin sonunda Can ve arkadaşı uçuyoruz diyerek deniz fenerinden atladılar ve Dr. Tuba bu atlayışa engel olamadı. Böylece film Can’ın trajik ama bir o kadar da fantastik ölümüyle sonlandı.
Olumlu
Hepimiz bazen yarattığımız kendi cennetimizde yaşamak istemiyor muyuz? Sorunlardan, günlük problemlerden uzak sadece mutlu olabileceğimiz kendi hayal dünyamızda yaşamak istemiyor muyuz? Eğer bu sorulara sizde “Evet İstiyorum” cevabı veriyorsanız, Cennet filmi biz izleyicilere Atipik Psikoz rahatsızlığı ve zeka geriliği olan 29 yaşındaki Can’ın büyük hayal dünyasını, yarattığı “Cennet” i göstererek farklı, fantastik bir boyut sunuyor.
Filmde neden normal bir karakter üzerinden değil de psikiyatrik rahatsızlığı olan Can karakteri üzerinden bu hayal dünyasının anlatıldığını irdelersek, bilindiği gibi normal insan karakteri her ne kadar imgesel bir hayal dünyasına sahipse de yaşadığı reel hayat nedenli güçlü bir gerçekçi bakış açısına sahiptir. Böyle olunca da hepimizin hayal dünyasında varolan fakat yaşadığımız hayat nedenli sınırlı, sığ kalan kendi “Cennet” imizi yani iç dünyamızı en güzel Can karakteri gibi rahatsızlığı nedenli “özgür” olan hayal dünyası içerisinde “yaşayabilen ve rahatça uçabilen”, bize sınırsız bir fantastik dünya yaratabilen bir karakterin gözünden anlatılmıştır.
Tabiiki filmin bu fantastik kısmı hayal kavramı konusunda fazlasıyla sınırlı bir bakış açısına sahip insanlar için büyük ölçüde sıkıcı gelecektir. Zaten bu film daha çok hayal aleminde uçamayan fakat uçmak isteyen insanlar için ideal bir filmdir.
İlerleyen hikaye içerisinde Dr. Tuba karakterinin filme dahil olmasıyla birlikte Can’ın fantastik dünyasıyla ve Dr. Tuba gibi hırslı, başarılı olmak isteyen güçlü bir karakterin reel dünyasıyla film gerçekle fantastik arasında gidip gelmeye başlıyor. Filmde görüyoruzki reel dünya belli oranda başarılı oluyor ve Can mutluluğunu yani “Cennet” ini kaybetmeye başlıyor. Fakat film son sahnesiyle birlikte asıl mutluluğun deniz fenerinden hayallerine atlayan Can’ın yaptığı gibi kendi “Cennet” imizde var olduğunu bizlere gösteriyor.
Zaten filmin afişinde şu mottoyla ana tema o kadar güzel anlatılıyorki “O’nun Cennetinde sadece mutluluk vardır. Diğerleri gelene kadar”. Bu cümleler bizler içinde geçerli değil mi? Özellikle öğrencilik hayatımızda kimileri için lise hayatında, kimiler içinse üniversite hayatında büyük büyük hayaller yok muydu? O yıllarda bizi var eden, mutlu kılan bu hayaller değil miydi? İşte Cennet filmi bizlere bu soruların cevaplarını bulmamız için güzel bir ufuk çiziyor. Film bizlere mutluluğun sadece reelde olmadığını kendi iç dünyamızda, hayallerde de var olduğunu gösteriyor. Aslında bizlere öğrencilik hayatımızdayken, kısaca gençken yapmak istediğimiz ama sonra hayatın şartları gereği yapamadığımız zevkler için bir kapı açıyor. Belki bizlerde kendimizi, ruhumuzu özgür bırakmalıyız, belki serbestçe kanatlanıp uçabilmeliyiz, belki... Aslında hayatımızda bu belkilerin, keşkelerin bir sonu yok. Bu nedenle filminde bizlere gösterdiği gibi mutlu olmanın, hayatın anlamını yakalayabilmenin formülü “Hayallerimizde uçabilmekte”.
Filmde “Cennet” imgesinin olduğu sahnelerdeki görsel efektleri çok başarılı bir şekilde uygulanmış. Filmde Engin Altan Düzyatan “Can” karakteri gibi çok zor bir rolü gayet başarılı bir şekilde oynamış. Ayrıca Arkadaş karakterinde oynayan Fahriye Evcen’de şizofren hastası rolünü başarılı bir şekilde oynamış. Filmin hem görsel efektleri hem de bu iki genç oyuncunun başarılı performansları ve ayrıca Türk Sinemasında pek yer almayan bir türde (psikolojik-drama) yapılmış olması sebebiyle rahatlıkla Türk Sineması tarihinde yer alabilecek bir filmdir. (Türk Sinemasında psikolojik-drama türünde yer almış birkaç film bulunmaktadır, bunlar; Med-Cezir Manzaraları (1989), Zeynep’in Sekiz Günü (2007) ve Gölgesizler (2008)’dir.)
Olumsuz
Filmin belli başlı bazı bölümlerinde önemli kopukluklar bulunmaktadır. Özellikle babanın Dr. Tuba tarafından Can’ın tedavisine ikna edilmesi sahnesi (Benim oğlum denek değil diyen baba ufak bir psikolojik baskı sonrasında hemen ikna oluyor.), Can’ın hastaneden kaçma sahnesi ve sondaki final sahnesinin çok çabuk gelişmesi filmin başından beri olan fantastik havanın finalde yeterince altının çizilememesi gibi yanlışlıklar mevcuttur. Film 107 dakika gibi uzun bir vakte sahip olmasına rağmen filmdeki yukarıda da anlatılmış olan bazı sahnelerin yeterince iyi çekilmediğini düşünüyorum. Bu nedenli filmin örnek 120 dakika gibi biraz daha uzun olması gerektiği kanısındayım. Ayrıca Can’ın tedavisine karar aşamasında ve tedavi aşamasında Amerikan bilim-kurgu filmlerine özenircesine gereksiz efekt kullanımı ve bir bilim-kurgu filmi havası yaşatılması psikolojik-dram türündeki bu filmde en bariz hatalardan birisidir. Her ne kadar filmin ilk bölümünde bulunan “Cennet” imgesinin vurgulandığı bölümleri gayet başarılı bulsamda özellikle Dr. Tuba’nın yer aldığı sahnelerde hikayenin ilerleyişiyle ilgili birçok şeyi anlatma kaygısından bazı sahnelerin hızlı geçildiği ve bazı sahnelerede gereksiz yer verildiği kanısındayım.
Sonuç
Ben filmi Türk Sineması açısından gayet başarılı buluyorum ve rahatlıkla söyleyebilirimki bu film Türk Sineması tarihine geçmiştir. Filmde bazı sahnelerin Amerikan filmlerine özenti olması ve bazı sahnelerde kopukluklar da olsa hem oyunculuk hem de görsel efekt açısından ben filmi gayet başarılı buluyorum. Cennet, özellikle psikolojik-drama seven sinemaseverlerin mutlaka izlemesi gereken filmlerden birisidir. Benim bu film için verebileceğim değerlendirme puanı 10 üzerinden 8’dir.
Filmin Oyuncu Kadrosu
1. Engin Altan Düzyatan (Can)
2. Fahriye Evcen (Arkadaş)
3. Zeynep Pabuççuoğlu (Dr. Tuba)
4. Cüneyt Sayıl (Dr. Can)
5. Şendoğan Öksüz (Dr. Ahmet)
6. Aytaç Ağırlar (Dr. Burak)
7. Mehmet Birkiye (Can’ın Babası)
8. Tülay Bekret (Can’ın Annesi)
Filmin Teknik Ekibi
Yönetmen&Yapımcı: Biray Dalkıran
Senarist: Burak Sesli
Görüntü Yönetmeni: Aşkın Sağıroğlu
Sanat Yönetmeni: Nevra Genelioğlu
Yapım Şirketi: D.F.G.S (Düş Fabrikası Görüntü Sanatları) Yapım
Dağıtım Şirketi: 35 Milim Filmcilik
Müzikler: Taner Sarf, Harun Kolçak
Film Hakkında Kritikler
1. Imdb.com (The Internet Movie Database): 2.9/10 (65 oy)
www.imdb.com/title/tt1171672/
2. Beyazperde.com: 6/10 (119 oy)
beyazperde.mynet.com/film/3711
3. Sinema.com: 7.1/10 (139 oy)
www.sinema.com/film/6645/cennet
4. Sinematurk.com 7.78/10
http://www.sinematurk.com/film_genel/19923/Cennet
5. Sinemalar.com 7/10 (118 oy)
www.sinemalar.com/film/862/Cennet/
Filmin Web Sitesi
www.cennetfilm.com/
Filmin Fragmanı
www.cennetfilm.com/fragman.htm
Filmin Kamera Arkası
www.cennetfilm.com/kameraarkasi.htm
Filmin Basın Bülteni
www.cennetfilm.com/cennetbulten.doc
Filmin Müzikleri
www.youtube.com/watch?v=yUK0-gEMMbI (Taner Sarf&Gamze Amous-Ölüyorum)
www.youtube.com/watch?v=vJ2171Ea5wM (Harun Kolçak-Yanımda Kal)
Filmin Satın Alınabileceği Yerler
1. Hepsi Burada.com
www.hepsiburada.com/cennet/productDetails.aspx?categoryid=178179&productid=dvddpro461
2. Ebay.com
global.ebay.com/CENNET_-_HEAVEN_2008_Turkish_movie_DVD/350180868126/item
Jimi Hendrix
Jimi Hendrix 27 Kasım 1942 tarihinde Abd'nin Washington eyaletine bağlı Seattle şehrinde King County Hastanesi'nde sabah saat 10:15 sularında doğmuştur. Tam adı James Marshall Hendrix olup doğduğundaki ismi ise "Johnny Allen Hendrix" dir. "Jimi", Hendrix'in takma ismidir. Johnny Allen Hendrix ismini daha sonra babası James Allen "Al" Hendrix, James Marshall Hendrix olarak değiştirtmiştir. Jimi Hendrix'in annesi Kızılderili kökenli, babası ise Afro-Amerikan kökenliydi. Jimi Hendrix dünyanın gelmiş geçmiş en büyük gitar virtüözlerinden birisidir. Gitar virtüözü, şarkıcı ve söz yazarıdır. Ses tipi bariton olup hard rock, blues rock, acid rock, psychedelic rock gibi müzik türlerini icra etmiştir. Kariyeri boyunca 11 tane single, 3 stüdyo albümü, 2 tane derleme ve 2 tane de canlı konser kaydına imza atmıştır.
Jimi Hendrix 15 yaşındayken derste bir kız arkadaşının elini tutarken öğretmeni tarafından yakalanmış ve öğretmeni ile arasında geçen bir tartışmadan sonra okulu bırakmıştır. Jimi Hendrix gençliğini hep "Robert Johnson", "B.B. King", "Muddy Waters", "Howlin' Wolf" ve "Buddy Holly" gibi ünlü Blues müzik üstatlarının plaklarını dinleyerek ve bu ünlü isimlerin şarkılarını gitarla çalmayı deneyerek geçirdi. 1958 yılının yazında Jimi Hendrix'e ilk gitarını babası 5 dolara ikinci el bir akustik gitar almıştı. Bu gitarla Jimi Hendrix "The Velvetones" adlı gruba katıldı. 1959 yılının yazında bu sefer babası Jimi Hendrix'e Supro Ozark 1560 S model bir elektro gitar aldı ve bu gitarı Jimi Hendrix o yıl katılmış olduğu The Rocking Kings adlı müzik grubunda kullandı. 1961 yılı ile 1962 yılı arasında Abd Ordusuna katıldı ve askerliğini paraşütçü olarak yaptı.
Jimi Hendrix askerlikten sonra "Jimmy James" adını kullanarak bazı gece kulüplerinde çalmaya başladı. Daha sonra Ike Turner, Tina Turner, Sam Cook, Isley Brothers ve Little Richard gibi ünlü isimlerle birlikte çalmaya başladı. Bu arada "Jimmy James&The Blue Flames" adlı ilk müzik grubunu kurdu. Asıl üne kavuşmasını ise ünlü İngiliz rock&roll grubu "The Animals" dan Chas Chandler ile New York'ta karşılaşmasıyla oldu. Chas Chandler'ın ilk işi Jimmy James adıyla sahnelerde yer alan Hendrix'in adını "Jimi" olarak değiştirmesi oldu.
1966 yılının Eylül ayında "The Jimi Hendrix Experience" müzik grubu İngiltere'nin başkenti Londra'da Chas Chandler'ın menejerliğinde kuruldu. Grup, davulda Mitch Mitchell, bas gitarda Noel Redding ve vokalde Jimi Hendrix'ten oluşmaktaydı. Grubun ilk single albümü 1966 yılında yayınlanan "Hey Joe" ydi. Hey Joe şarkısının İngiltere'de müzik listelerindeki büyük başarısından hemen sonra grubun 1967 yılında yayınlanan diğer single albümleri; Purple Haze, The Wind Cries Mary, Burning of the Midnight Lamp ve Foxey Lady'di. Grubun ilk stüdyo albümü 12 Mayıs 1967 yılında İngiltere'de piyasaya sürülen "Are You Experienced" albümüydü. Bu albümle The Jimi Hendrix Experience grubu ünlerine ün kattılar. Bu albümün hemen arkasından 1 Aralık 1967 yılında "Axis: Bold as Love" stüdyo albümü yayınlandı. Bu albümden sonra iki tane de derleme albüm çıkardılar. Bunların ilki 1968 yılı Nisan ayında yayınlanan "Smash Hits" albümü, ikincisi de yine aynı yıl yayınlanan "Electric Jimi Hendrix" albümüdür. Grubun son yayınlanan albümü ise 16 Ekim 1968 yılında piyasaya çıkan "Electric Ladyland" albümüydü ve bu albüm diğerlerinin aksine İngiltere'de değil Abd'de kaydedildi. The Jimi Hendrix Experience grubu 1969 yılının Nisan ayında ayrılma kararı aldılar ve son kez 29 Haziran 1969 tarihinde Denver Pop Festivali'nde birlikte müzik yaptılar.
Jimi Hendrix, The Jimi Hendrix Experience grubunun dağılmasından sonra 18 Ağustos 1969 tarihinde Woodstock Festivali'nde büyük bir hayran kitlesiyle karşılaştı ve kariyerinde tam anlamıyla zirveye ulaşmıştı. Bu festivalin hemen sonrasında "Band of Gypsys" albüm projesi için bas gitarda Bill Cox, davulda ise Buddy Miles ile biraraya geldi. 25 Mart 1970 tarihinde "Band of Gypsys" canlı konser albümü Abd'de piyasaya çıktı. Daha sonra The Jimi Hendrix Experience grubu tekrar bir canlı konser albümü için biraraya geldi ve bu sefer yanlarında Otis Redding grubu da vardı. 26 Ağustos 1970 tarihinde "Historic Performances Recorded at the Monterey International Pop Festival" adıyla çıkan bu albümün kaydı Monterey Uluslararası Pop Festivali'nde yapılmıştı. Bu albüm Jimi Hendrix'in son albümüydü.
Bu son albümden sonra Jimi Hendrix Almanya ve İngiltere'yi kapsayan bir Avrupa turneye çıktı. Bu turnenin son konseri 6 Eylül 1970 tarihinde yapıldı. Bu turne sonrasında parasal durumunun ne kadar kötü olduğunu Jimi Hendrix gördü, ölmeden iki gün önce çakışan konser tarihleri yüzünden muhatapları ve avukatlarıyla bir görüşme yapacaktı.
Ölmeden iki gün önce yapması avukatlarla ve borçlularıyla yapması gereken toplantıya katılmadı ve o iki gün kendisi için çok kötü geçti. Ölümünden önceki son gün Londra'da sevgilisi Monika Dannemann ile birlikteydi ve yüksek dozlarda uyuşturucu almıştı. Son olarak Monika'nın yanında bulunmadığı bir sırada 9 tane hap alıp (Monika'nın hapları) uykuya daldı. Jimi Hendrix 18 Eylül 1970 tarihinde Londra'da henüz 28 yaşındayken kusmuğunun nefes borusuna gidip tıkaması sonucunda vefat etmiştir. Hala daha bugün ölüm nedeni tartışmalıdır, ölümüyle ilgili çeşitli şüpheler bulunmaktadır (Fakat bu şüpheler 1993 yılında ölümünün yeniden incelenmesine rağmen bir sonuca ulaşamamıştır).
Ölümünden sonra bedeni Londra'dan, Abd'nin Washington eyaletine bağlı Renton kentinde bulunan "Greenwood Memorial Park" a taşınmıştır. Jimi Hendrix'in mezarı bu anıt içerisinde bulunmaktadır.
Jimi Hendrix'in Diskografisi
Singles
1. "Hey Joe" 1966
2. "Purple Haze" 1967
3. "The Wind Cries Mary" 1967
4. "Burning of the Midnight Lamp" 1967
5. "Foxey Lady" 1967
6. "Up from the Skies" 1968
7. "All Along the Watchtower" 1968
8. "Crosstown Traffic" 1968
9. "Stone Free" 1969
10. "Let Me Light Your Fire" 1969
11. "Stepping Stone" 1970
Stüdyo Albümleri
1. "Are You Experienced" 1967
2. "Axis: Bold as Love" 1967
3. "Electric Ladyland" 1968
Canlı Kayıt Albümler
1. "Band of Gypsys" 1970
2. "Historic Performances Recorded at the Monterey International Pop Festival" 1970
Derleme Albümler
1. "Smash Hits" 1968
2. "Electric Jimi Hendrix"
Jimi Hendrix'in Ölümünden Sonraki Diskografisi
Singles
1. "Voodoo Child" 1970
2. "No Such Animal" 1970
3. "Freedom" 1971
4. "Angel" 1971
5. "Gypsy Eyes/Remember" 1971
6. "Johnny B. Goode" 1972
7. "Hear My Train a Comin" 1973
8. "Purple Haze" 1983
9. "All Along the Watchtower" 1983
10. "Day Tripper" 1988
11. "Crosstown Traffic/Voodoo Child 1990
12. "Can You Please Crawl Out Your Window?" 1998
Stüdyo Albümleri
1. "The Cry of Love" 1971
2. "Rainbow Bridge" 1971
3. "War Heroes" 1972
4. "Loose Ends" 1974
5. "Crash Landing" 1975
6. "Midnight Lightning" 1975
7. "Nine to the Universe" 1980
8. "Radio One" 1988
Canlı Kayıt Albümler
1. "Experience" 1971
2. "Isle of Wight" 1971
3. "Hendrix in the West" 1972
4. "More Experience" 1972
5. "The Jimi Hendrix Concerts" 1982
6. "Jimi Plays Monterey" 1986
7. "Johnny B. Goode" 1986
8. "Band of Gypsys 2" 1986
9. "Live at Winterland" 1987
10. "Bleeding Heart" 1994
11. "Woodstock" 1994
12. " Live at the Fillmore East" 1999
13. "Live at Woodstock" 1999
14. "Blue Wild Angel: Live at the Isle of Wight" 2002
15. "Live at Berkeley" 2003
16. " Live at Monterey" 2007
Derleme Albümler ve Albüm Setleri
1. "Sound Track Recordings from the Film Jimi Hendrix" 1973
2. "Musique Originale du Film Jimi Plays Berkeley" 1975
3. "Re-Experienced" 1975
4. "The Essential Jimi Hendrix" 1978
5. "The Essential Jimi Hendrix Volume Two" 1979
6. "Stone Free" 1981
7. "The Singles Album" 1983
8. "Kiss the Sky" 1984
9. "The Essential Jimi Hendrix Volumes One and Two" 1989
10. "Live & Unreleased: The Radio Show" 1989
11. " Cornerstones: 1967-1970" 1990
12. "Lifelines: The Jimi Hendrix Story" 1990
13. "Sessions" 1991
14. "Footlights" 1991
15. "Stages" 1991
16. "The Ultimate Experience" 1992
17. "Blues" 1994
18. "Voodoo Soup" 1995
19. "First Rays of the New Rising Sun" 1997
20. "South Saturn Delta" 1997
21. "BBC Sessions" 1998
22. "Experience Hendrix: The Best of Jimi Hendrix" 1998
23. " The Jimi Hendrix Experience" 2000
24. " The Jimi Hendrix Experience" 2001
25. " The Singles Collection" 2003
26. "Martin Scorsese Presents the Blues: Jimi Hendrix" 2003
Jimi Hendrix 15 yaşındayken derste bir kız arkadaşının elini tutarken öğretmeni tarafından yakalanmış ve öğretmeni ile arasında geçen bir tartışmadan sonra okulu bırakmıştır. Jimi Hendrix gençliğini hep "Robert Johnson", "B.B. King", "Muddy Waters", "Howlin' Wolf" ve "Buddy Holly" gibi ünlü Blues müzik üstatlarının plaklarını dinleyerek ve bu ünlü isimlerin şarkılarını gitarla çalmayı deneyerek geçirdi. 1958 yılının yazında Jimi Hendrix'e ilk gitarını babası 5 dolara ikinci el bir akustik gitar almıştı. Bu gitarla Jimi Hendrix "The Velvetones" adlı gruba katıldı. 1959 yılının yazında bu sefer babası Jimi Hendrix'e Supro Ozark 1560 S model bir elektro gitar aldı ve bu gitarı Jimi Hendrix o yıl katılmış olduğu The Rocking Kings adlı müzik grubunda kullandı. 1961 yılı ile 1962 yılı arasında Abd Ordusuna katıldı ve askerliğini paraşütçü olarak yaptı.
Jimi Hendrix askerlikten sonra "Jimmy James" adını kullanarak bazı gece kulüplerinde çalmaya başladı. Daha sonra Ike Turner, Tina Turner, Sam Cook, Isley Brothers ve Little Richard gibi ünlü isimlerle birlikte çalmaya başladı. Bu arada "Jimmy James&The Blue Flames" adlı ilk müzik grubunu kurdu. Asıl üne kavuşmasını ise ünlü İngiliz rock&roll grubu "The Animals" dan Chas Chandler ile New York'ta karşılaşmasıyla oldu. Chas Chandler'ın ilk işi Jimmy James adıyla sahnelerde yer alan Hendrix'in adını "Jimi" olarak değiştirmesi oldu.
1966 yılının Eylül ayında "The Jimi Hendrix Experience" müzik grubu İngiltere'nin başkenti Londra'da Chas Chandler'ın menejerliğinde kuruldu. Grup, davulda Mitch Mitchell, bas gitarda Noel Redding ve vokalde Jimi Hendrix'ten oluşmaktaydı. Grubun ilk single albümü 1966 yılında yayınlanan "Hey Joe" ydi. Hey Joe şarkısının İngiltere'de müzik listelerindeki büyük başarısından hemen sonra grubun 1967 yılında yayınlanan diğer single albümleri; Purple Haze, The Wind Cries Mary, Burning of the Midnight Lamp ve Foxey Lady'di. Grubun ilk stüdyo albümü 12 Mayıs 1967 yılında İngiltere'de piyasaya sürülen "Are You Experienced" albümüydü. Bu albümle The Jimi Hendrix Experience grubu ünlerine ün kattılar. Bu albümün hemen arkasından 1 Aralık 1967 yılında "Axis: Bold as Love" stüdyo albümü yayınlandı. Bu albümden sonra iki tane de derleme albüm çıkardılar. Bunların ilki 1968 yılı Nisan ayında yayınlanan "Smash Hits" albümü, ikincisi de yine aynı yıl yayınlanan "Electric Jimi Hendrix" albümüdür. Grubun son yayınlanan albümü ise 16 Ekim 1968 yılında piyasaya çıkan "Electric Ladyland" albümüydü ve bu albüm diğerlerinin aksine İngiltere'de değil Abd'de kaydedildi. The Jimi Hendrix Experience grubu 1969 yılının Nisan ayında ayrılma kararı aldılar ve son kez 29 Haziran 1969 tarihinde Denver Pop Festivali'nde birlikte müzik yaptılar.
Jimi Hendrix, The Jimi Hendrix Experience grubunun dağılmasından sonra 18 Ağustos 1969 tarihinde Woodstock Festivali'nde büyük bir hayran kitlesiyle karşılaştı ve kariyerinde tam anlamıyla zirveye ulaşmıştı. Bu festivalin hemen sonrasında "Band of Gypsys" albüm projesi için bas gitarda Bill Cox, davulda ise Buddy Miles ile biraraya geldi. 25 Mart 1970 tarihinde "Band of Gypsys" canlı konser albümü Abd'de piyasaya çıktı. Daha sonra The Jimi Hendrix Experience grubu tekrar bir canlı konser albümü için biraraya geldi ve bu sefer yanlarında Otis Redding grubu da vardı. 26 Ağustos 1970 tarihinde "Historic Performances Recorded at the Monterey International Pop Festival" adıyla çıkan bu albümün kaydı Monterey Uluslararası Pop Festivali'nde yapılmıştı. Bu albüm Jimi Hendrix'in son albümüydü.
Bu son albümden sonra Jimi Hendrix Almanya ve İngiltere'yi kapsayan bir Avrupa turneye çıktı. Bu turnenin son konseri 6 Eylül 1970 tarihinde yapıldı. Bu turne sonrasında parasal durumunun ne kadar kötü olduğunu Jimi Hendrix gördü, ölmeden iki gün önce çakışan konser tarihleri yüzünden muhatapları ve avukatlarıyla bir görüşme yapacaktı.
Ölmeden iki gün önce yapması avukatlarla ve borçlularıyla yapması gereken toplantıya katılmadı ve o iki gün kendisi için çok kötü geçti. Ölümünden önceki son gün Londra'da sevgilisi Monika Dannemann ile birlikteydi ve yüksek dozlarda uyuşturucu almıştı. Son olarak Monika'nın yanında bulunmadığı bir sırada 9 tane hap alıp (Monika'nın hapları) uykuya daldı. Jimi Hendrix 18 Eylül 1970 tarihinde Londra'da henüz 28 yaşındayken kusmuğunun nefes borusuna gidip tıkaması sonucunda vefat etmiştir. Hala daha bugün ölüm nedeni tartışmalıdır, ölümüyle ilgili çeşitli şüpheler bulunmaktadır (Fakat bu şüpheler 1993 yılında ölümünün yeniden incelenmesine rağmen bir sonuca ulaşamamıştır).
Ölümünden sonra bedeni Londra'dan, Abd'nin Washington eyaletine bağlı Renton kentinde bulunan "Greenwood Memorial Park" a taşınmıştır. Jimi Hendrix'in mezarı bu anıt içerisinde bulunmaktadır.
Jimi Hendrix'in Diskografisi
Singles
1. "Hey Joe" 1966
2. "Purple Haze" 1967
3. "The Wind Cries Mary" 1967
4. "Burning of the Midnight Lamp" 1967
5. "Foxey Lady" 1967
6. "Up from the Skies" 1968
7. "All Along the Watchtower" 1968
8. "Crosstown Traffic" 1968
9. "Stone Free" 1969
10. "Let Me Light Your Fire" 1969
11. "Stepping Stone" 1970
Stüdyo Albümleri
1. "Are You Experienced" 1967
2. "Axis: Bold as Love" 1967
3. "Electric Ladyland" 1968
Canlı Kayıt Albümler
1. "Band of Gypsys" 1970
2. "Historic Performances Recorded at the Monterey International Pop Festival" 1970
Derleme Albümler
1. "Smash Hits" 1968
2. "Electric Jimi Hendrix"
Jimi Hendrix'in Ölümünden Sonraki Diskografisi
Singles
1. "Voodoo Child" 1970
2. "No Such Animal" 1970
3. "Freedom" 1971
4. "Angel" 1971
5. "Gypsy Eyes/Remember" 1971
6. "Johnny B. Goode" 1972
7. "Hear My Train a Comin" 1973
8. "Purple Haze" 1983
9. "All Along the Watchtower" 1983
10. "Day Tripper" 1988
11. "Crosstown Traffic/Voodoo Child 1990
12. "Can You Please Crawl Out Your Window?" 1998
Stüdyo Albümleri
1. "The Cry of Love" 1971
2. "Rainbow Bridge" 1971
3. "War Heroes" 1972
4. "Loose Ends" 1974
5. "Crash Landing" 1975
6. "Midnight Lightning" 1975
7. "Nine to the Universe" 1980
8. "Radio One" 1988
Canlı Kayıt Albümler
1. "Experience" 1971
2. "Isle of Wight" 1971
3. "Hendrix in the West" 1972
4. "More Experience" 1972
5. "The Jimi Hendrix Concerts" 1982
6. "Jimi Plays Monterey" 1986
7. "Johnny B. Goode" 1986
8. "Band of Gypsys 2" 1986
9. "Live at Winterland" 1987
10. "Bleeding Heart" 1994
11. "Woodstock" 1994
12. " Live at the Fillmore East" 1999
13. "Live at Woodstock" 1999
14. "Blue Wild Angel: Live at the Isle of Wight" 2002
15. "Live at Berkeley" 2003
16. " Live at Monterey" 2007
Derleme Albümler ve Albüm Setleri
1. "Sound Track Recordings from the Film Jimi Hendrix" 1973
2. "Musique Originale du Film Jimi Plays Berkeley" 1975
3. "Re-Experienced" 1975
4. "The Essential Jimi Hendrix" 1978
5. "The Essential Jimi Hendrix Volume Two" 1979
6. "Stone Free" 1981
7. "The Singles Album" 1983
8. "Kiss the Sky" 1984
9. "The Essential Jimi Hendrix Volumes One and Two" 1989
10. "Live & Unreleased: The Radio Show" 1989
11. " Cornerstones: 1967-1970" 1990
12. "Lifelines: The Jimi Hendrix Story" 1990
13. "Sessions" 1991
14. "Footlights" 1991
15. "Stages" 1991
16. "The Ultimate Experience" 1992
17. "Blues" 1994
18. "Voodoo Soup" 1995
19. "First Rays of the New Rising Sun" 1997
20. "South Saturn Delta" 1997
21. "BBC Sessions" 1998
22. "Experience Hendrix: The Best of Jimi Hendrix" 1998
23. " The Jimi Hendrix Experience" 2000
24. " The Jimi Hendrix Experience" 2001
25. " The Singles Collection" 2003
26. "Martin Scorsese Presents the Blues: Jimi Hendrix" 2003
Etiketler:
gitar,
gitarist,
jimi hendrix,
müzik,
sanatçı
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)